30 Mart 2008

MÖ 10 000 Filmi: Onbinlerce saçmalık


Arkeolojiyle ilgili filmler gösterime girdiğinde, genel olarak mutlu olurum. Çünkü arkeoloji filmleri kötü bile olsalar, pek çok işe yararlar. Bunlardan birincisi, insanları geçmişle ilgili olarak bilgilendirmeleridir. Filmler bilgi açısından yetersiz bile olsalar, bazen insanlar için faydalı olabilecek şekilde merak da uyandırırlar. Arkeoloji filmlerinin bir başka iyi yönü de, arkeologların, bilimsel çalışmalarının nasıl toplumsallaşabileceğini göstermeleridir.

MÖ 10 000 filmine böyle iyi ve olumlu duygularla gitmiştim. Daha az ilgilendiğim Roma uygarlığıyla ilgili olan filmler de bende aynı iyimserliği uyandırırken, MÖ 10 000 gibi daha ismiyle dönem olarak ilgi alanıma daha çok hitabeden bir filmle ilgili çok daha fazla umutluydum. Tabi filmin 105 milyon dolar olan bütçesi de, güzel bir iş yapmış olabileceklerini aklıma getirmekteydi.

Film, olasılıkla Güney Amerika kıtasında bir dağlık alanda başlıyor. Yer yer erimiş buzullarla kaplı bu dağlık alan görüntüleri, anlatıcının (Omar Sharrif) gün geçtikçe manak dedikleri, ve daha sonradan mamut olduğunu göreceğimiz av hayvanlarının azalmasından bahsetmesiyle birleşince aklıma, buzul çağlarının sonunu getiriyor. Bu dönemi Würm buzulunun erimeye başladığı dönem olarak hayal ediyorum. Daha sonra, dağların ortasında bir tepede kurulmuş kamp yeri giriyor görüntüye. Buradaki yapılar, Dolni Vestonice ve Kostenki gibi Üst Paleolitik dönem doğu Avrupa yerleşmelerine benziyor. Açıkçası, mamut kemiklerinden yapılmış kulübeleri görünce, MÖ 10 000 filmiyle ilgili heyecanım ve umudum iyice artıyor.


Bunları, şamanist tören görüntüleri izleyince, dönemi popülerleştirmek için buna mecbur kalındığı aklıma geliyor. Çünkü elde başka bir sürü kanıt varken bu konuya değinmek, insanlara sadece görmeyi umduklarını vermeye çalışmaktan başka bir şey değil. Daha sonrasında şaman bir kehanet yapıyor ve film boyunca bu kehanetle ilgili olaylar binlerce kilometre ötede gerçekleşse bile şaman kendi köşesinde bunlardan etkilenerek titreyip duruyor.

Bir köşede kendince bir şeyler yontan küçük D’Leh (Steven Strait), bu şaman törenine pek ilgi göstermese de, çadırın içine yarı baygın halde bir kız çocuğu getirildiğinde bir delikten içeride olanları izlemeye başlar. Adı Evolet olan kız (Camilla Belle) dört ayaklı şeytanlardan (atlılar yani) kaçıp canını zor kurtarmıştır. Kabilesinin bütün üyeleri de bu atlılar tarafından kaçırılmıştır. Filmin bu kısmında kadın şaman yine devreye girer ve, bu kızla ve ileride ona aşık olup bu aşk uğruna maceradan maceraya koşacak D’Leh hakkında bir kehanet ortaya atar. Bu kehanetin bir başka türünü de Matrix filminden hatırlayabiliriz. Orada da filmin kahramanının insanları kurtaracak olan “şeçilmiş kişi” olacağı bir kehanetle belirleniyordu. Filmin burası Matrix’ten kopyalanıp yapıştırılmış gibi duruyor. Filmdeki kısırlıklar, bununla da sınırlı kalsa iyi olabilirdi ancak film, birçok başka alıntı, çalıntı unsur daha içeriyor.

Şamanın kehanetinin ardından, çocukların büyümüş olduğu zamanlara geçiliyor filmde. D’Leh büyüyüp adam olmuş, Evolet da serpilip güzelleşmiş; birbirlerine aşık olmuşlar. Kabilelerinin reisi, kabilelerinin kutsal mızrağını artık gençlerden birine devretmek istemektedir. Gelecek olan mamut sürüsüne yapacakları avda mamutu öldürene bu mızrak verilecektir. Buradaki sahneler, tarihöncesi avlanmayla ilgili görsellik ve fikir açısından bence iyi tasarlanmış olsalar da, ne yazık ki, filmin geriye kalan kısmındaki on binlerce saçmalığı göz ardı edip filmi beğenmemize yetmiyor. Sahnenin sonunda, ağa takılan mamutun peşinden eli ağa takıldığı için sürüklenmek zorunda kalan D’Leh koskoca mamutu birkaç zeki ve kıvrak hareketle, hem de tek başına öldürüyor. Böylelikle kabilenin kutsal mızrağı geçici olarak ona verilse de, daha sonrasında bu mızrağı, hiçbir mantık çerçevesinde anlayamadığım bir şekilde, “yalan söyledim” diyerek iade ediyor.

Mızrağı geri veren D’Leh, tüm kabilesi gibi gece uyurken, dört ayaklı şeytanlar sonunda geliyor ve kabilenin bütün erkeklerini ve “kabilenin gülü”, D’Leh’in biricik aşkı Evolet’i alıp köle yapmak üzere geldikleri yere geri dönüyorlar. Tabi burada arkeoloji açısından sorulması gereken bazı sorular da akla geliyor. Bu ana kadar filmde gördüklerimiz ve MÖ 10 000 olan filmin adı, doğal olarak on iki bin yıl öncesindeki bir topluluğun macerasını aklımıza getiriyordu. Dört ayaklı şeytanlar efsanesi ve kehaneti de aklımıza, Aztek ve Maya efsanelerini getirerek bu filmi coğrafi olarak Amerika kıtasında hayal etmemize neden oluyordu. Bu büyük tutarsızlığı bir kenara bırakıp sadece filmin adını (MÖ 10 000) yani günümüzden 12 bin yıl öncesini düşündüğümüzde bu atlıların nereden çıktığı sorusu aklımızı kurcalıyor. Çünkü atın evcilleştirilmesi bu tarihlerin çok daha sonrasında, gerçekleşiyor. Bu evcilleştirmenin nerede ve ne zaman gerçekleştiğiyle ilgili bir görüş birliği oluşmamış olsa da, atın evcilleştirilmesinin MÖ 10 binlerde olmadığı konusunda herkes birleşiyor.

D’Leh, arkadaşlarının ve aşkının alınmasını bir kayanın arkasından izliyor. Bu sahneler de aklımıza, Mel Gibson’un Apocalypto filmini getiriyor. Filmin bundan sonraki bölümünün senaryosu da zaten doğrudan doğruya Apocalypto’dan alınmış. Elbette Apocalypto, her şeyin orijinalinin olduğu gibi, bu filme göre çok daha iyiydi ve hatta arkeolojik açıdan da binlerce kat daha tutarlıydı. Ertesi gün D’Leh yola çıkıp sevgilisini geri almaya karar veriyor. Kabilenin lilderi Tic Tic (Cliff Curtis) ve kabile liderinin daha önceden mamut avında kabilenin beyaz mızrağına ve dolayısıyla da Evolet’a sahip olmak için D’Leh’e rakip olan Ka’Ren (Mo Zinal) ile birlikte üçü yola çıkıyorlar. Tabi bunları bir de, onlarla gitmesine izin verilmeyen kabilenin “yaramaz çocuğu” Baku (Nathanael Baring) izliyor.

Bir ormana girdiklerinde en sonunda esir alınan kabile üyelerinin izini buluyorlar. Ancak burada da insanla beslenen “devasa tavuklar” ortaya çıkıyor. Bu tavukvari yaratıkların uçmamaları, onların en meşhur nesli tükenmiş prehistorik kuş olan Dodo’ya benzetmemize neden olsa da, gaga yapıları doğrudan doğruya günümüz akbabalarının aynısı olduğu için ne diyeceğimizi şaşırdığımız için bunlara tavuk demeyi daha uygun gördük. Tabi, gagaları sadece leş yiyerek beslemeye göre biçimlenmiş akbabalara benzeyen bu uçamayan kuşların canlı canlı insan avlaması da filmdeki bir başka bir arıza… Acaba bir kuş maketi yaparken bile biraz daha yaratıcı olunamaz mıydı, sonuçta 105 milyon büyük para diye aklımıza sorular geliyor.

Ormandaki, işin içine kuşlarında karıştığı kovalamacadan sonra kabilenin esirleri kurtarmak için yola çıkmış iki üyesi, Ka’Ren ve Baku da esir düşüyorlar. Bu arada Tic Tic de yaralanıyor. Filmin iyi yürekli cefakâr kahramanı D’Leh, bir sedye yaparak Tic Tic’i sırtında taşıyor. Bu şekilde gecelerce, ne yediği, ne içtiği belli olmadan seyahat ediyorlar.

Bir gece, D’Leh hasta Tic Tic’i bırakıp ortalıkta gezinirken büyük bir çukura düşüyor. Tabi yağmur da hep böyle durumlarda olduğu gibi aniden bastırınca çukur sularla dolmaya başlıyor. Tam kendini kurtarmak için harekete geçtiğinde o da nesi, dev bir kılıç dişli kaplan bir kenarda sıkışıp kalmış boğulmamak için çırpınıp duruyor! Tabi ki filmimizin iyi yürekli ve aynı zamanda cesur kahramanı D’Leh onu orada ölüme terk edemez. Kendini garantiye almak için kaplana “seni kurtaracağım ama sakın beni yeme” demeyi de unutmuyor. Ben bu sahnede kılıç dişli kaplan da dile gelecek “D’Leh abi hiç öyle şey olur mu, bundan sonra abimsin” diyecek diye bekliyorum. Bunu hayal etmekte hiç de haksız değilim bu kadar saçmalıktan sonra.

Tabi kaplan, bir süre sonra, D’Leh’in karşısına tekrar çıkacak. Bu da, tam D’Leh ve Tic Tic, bir başka kabilenin köyüne girerken olacak. Burada, iki kahramanımız tam diğer kabile üyelerinin saldırısına uğrarken, kaplan çıkagelir. D’Leh, herkesin şaşkın bakışları üzerindeyken kaplanla tekrar konuşur. Sonra tabi kaplan yola gelir, kimseyi yemeden uzaklaşır. Rastlantıya bakın ki, bu Neolitik tarzı köydeki kabilenin efsanesinde de, günün birinde kaplanla konuşan bir adamın geleceği varmış! D’Leh’I öldürmekten vazgeçip ona, köylerinin yakınlarındaki kayalıklara çizilmiş kabile efsanelerini gösterirler. Tabi, yine ilginç bir rastlantı ki, çölüm göbeğindeki kabilede bir kişi de, dağların doruklarında yaşayan D’Leh’in kabilesinin dilini bilmektedir. Bunu da, D’Leh küçük bir çocukken kabileyi bırakan babası sayesinde öğrenmiştir. Kocaman bir dünyada, bu kabileyle karşılaşmaları da ilginç bir tesadüf olmuş.

D’Leh, kabiledekilere, dört ayaklı şeytanlardan bahsedince, yine tesadüf eseri, onların da bu kölecilerden yakındıkları ortaya çıkıyor. Ama tabi, D’Leh efsanede anlatılan kahraman olunca, onları kandırması daha da kolay oluyor. Bunlar, çevredeki diğer kabileleri de bir araya getirip köleleştirilen arkadaşlarını kurtarmak için bu sefer toplu bir şekilde yola çıkıyorlar.

Tabi, sonunda kaçırılan kabile üyelerinin nereye götürüldüğü de ortaya çıkıyor: Piramitler! MÖ 10 bin yıllarında, kendi halinde takılan avcı-toplayıcı kabileleri, atları evcilleştiren bir topluluk, binlerce kilometre ötedeki, ulaşmak için çöl aşmak gereken piramitlere götürüyormuş meğer! Herhalde Hollywood’da ekonomik film dekoru ararken, bula bula piramitleri bulmuş film yapımcıları diye düşünüyorum. Tabi ilginç bir başka nokta daha var ki, piramit inşaatında kölelerle birlikte mamutlar da çalışıyor. Tabi bir mamut avcısı olan D’Leh’in, onları yakından tanımasını hemen bir avantaja çevirecegini tahmin etmek bile basit kalıyor.

Sonunda, bunlar gelip köleleri kurtarıyorlar, önlerine geleni tokatlayıp yere seriyorlar. Firavun da diyebileceğimiz, bu piramit işlerinin başındaki "çirkin, sefil ve yaşlı" kişiyi de öldürüyorlar. Herkes, muhteşem “seçilmiş kişi”nin gelip kendilerini kurtarmasıyla muhteşem kabile yaşantısına geri dönüyor. D’Leh de, artık memlekete geri dönme vaktidir diyerek dönüş yoluna başlıyor. Tabi bundan önce, Evolet de bir kere ölüp sonra bir mucizeyle diriliyor, ama bu kadar saçmalığın üzerine bir de bunun ayrıntısına girmek istemiyorum.

D’Leh, kabilesinin üyelerini yanına almış geri dönerken, kaplanla konuşutuğunu görmüş olan kabile onlara bir avuç mısır benzeri bir tohum veriyor. Tabi D'Leh ve kabilesi, çölleri aşıp dağlardaki memleketine ulaşınca, avcı-toplayıcı hayat tarzını bırakıp tarıma da başlıyor.

Kısa bir özet yapmak gerekirse, MÖ 10.000 filmi, bırakalım arkeolojiyi, sinema filmi olarak bile izlenmeye değmeyecek bir saçmalık. Sakın afişine, adına kanıp paranızı ve zamanınızı bu filme kaptırmayın. İçindeki hem tarihi, hem coğrafi tutarsızlıkları düşündüğümüzde, bir kahve muhabbetinde bile bu kadar çok saçmalamanıza kimsenin izin vermeyeceğini rahatlıkla söyleyebilirim.

MÖ 10.000 – 10.000 BC
Yönetmen: Rolan Emmerich
Yapımcı: Michael Wimer, Roland Emmerrich
Yazan: Harald Kloser, Roland Emmerrich

Kullanılan film afişi Wikipedia’dan alınmıştır ve aynı lisans ilkeleri burası için de geçerlidir.

Hiç yorum yok: