Dinçer, B.,
2004, "Türkiye'nin Tarihöncesinden Bir Kesit", Bilim ve Gelecek 5: 10-12
Türkiye'nin Tarihöncesinden Bir Kesit
Berkay Dinçer
Türkiye’de düzenlenen bilimsel etkinlikler içinde çok önemli bir yere sahip ve artık gelenekselleşmiş olan Uluslararası Kazı, Araştırma ve Arkeometri Sempozyumu’nun 26’ncısı bu yıl 24-28 Mayıs tarihlerinde, Konya’da, Selçuk Üniversitesi’nin ev sahipliğinde, gerçekleştirildi. 1979 yılında 38 bildirinin sunulduğu ve o yıldan sonra kesintisiz olarak her yıl yapılan sempozyumun bu yılki programında 251 bildiri vardı. Bu rakamdan yola çıkarak son 25 yılda Türkiye arkeolojisinin, en azından araştırma sayıları bakımından, altı kat büyüdüğünü söyleyebiliriz. 2003 yılında Türkiye topraklarında 97 yüzey araştırması ve 235 kazı gerçekleştirildi. Ancak kazı ve araştırma alanlarını bir haritaya yerleştirdiğimizde, Türkiye’nin üç basamaklı arkeolojik araştırma rakamlarının, coğrafyasının büyüklüğüyle aynı oranda çok olmadığını görebiliriz.Günümüzde, tüm dünyada halkların ilgisi yoğun bir biçimde, uygarlığın doğduğu topraklara, dolayısıyla Türkiye’nin geçmişine de yöneliyor. Türkiye’de de insanlar Türkiye’nin kültür tarihine meraklanmaya başladılar. Oysa günümüzde Türkiye’nin, en azından tarihöhcesi arkeolojisiyle ilgili olarak, hakkında hiçbir şey bilmediğimiz bölgeleri, hakkında “az çok” bilgi sahibi olduğumuz bölgelerinden çok daha fazla. Evrim sürecinde Afrika’dan yola çıkıp tüm dünyaya yayılan atalarımızın ilk uğradığı yerlerden biri olan Türkiye’de, Paleolitik Çağ’dan Osmanlı’ya kadar kültür tarihinin tüm süreçleri hakkında ayrıntılı bilgiye sahip olduğumuz tek bir bölge bile yok. Bugün için sahip olduğumuz arkeolojik bilgi,
kültürlerin kronolojik ve mekansal ilişkilerini tamamıyla açıklamaktan uzaktır.
TÜRKİYE'NİN DOĞA TARİHİ
Bursa’da bulunan ve Ankara Üniversitesi’nden bir ekip tarafından kazısı geçekleştirilen Paşalar adlı fosil yatağı, Miosen’in ilk yarısına, 15 milyon öncesine tarihlenmektedir. Paşalar’da yapılan kazılarda, bu dönemde tropik/yarı-tropik, günümüzde Hindistan’ınkine benzeyen çevresel koşullarda yaşamış, Avrupa, Asya, Afrika ve Kuzey Amerika’daki fosillerle benzerlik gösteren 58 türe ait hayvan fosili bulundu. Bunların içinde belki de en önemlileri, o dönemde yaşamış olan hominoid türlerinin fosilleridir. O dönemde Bitlis Okyanusu’nun kapanmasıyla birlikte hominoidlerin de Afrika’dan Anadolu’ya göç etmesi olanaklı olmuştu.
Çankırı’da bulunan Çorakyerler fosil yatağı ise Miosen sonlarına, 7.5 milyon yıl öncesine tarihlenir ve burada da hominoid fosilleri vardır. Bu fosil yatağının üzerine inşa edilen çok katlı bir bina, doğa tarihimizin nasıl tahrip edildiğinin de bir göstergesidir. Tüm dünyada hominoid fosilleri barındıran buluntu yerleri sayıca çok azken, Türkiye’de bunları içeren toplam dört buluntu yerinin olması, Türkiye’nin doğa tarihinin de büyük önem taşıdığını gösteriyor. Ancak Türkiye’de bu konuya gösterilen ilgi de yeterli değil. Türkiye’nin henüz bir ulusal doğa tarihi müzesi yok, bu önemli buluntular arkeoloji müzelerinde, kendilerine ayrılan ufak vitrinlerde sergilenebiliyor. Günümüzde insanın doğa üzerindeki olumsuz etkileri arttıkça, geçmişte nelerin olduğunu anlayabilmek de, çözümler üretmek açısından büyük öneme sahip.
PALEOLİTİK ÇAĞ
Türkiye’de uzun yıllardır disiplinli bir şekilde sürdürülen ve Paleolitik Çağ’a ait tabakaların gün ışığına çıkarıldığı en önemli kazı şüphesiz ki, Karain Mağarası (Antalya) kazısıdır. 2003 yılında Karain Mağarası’nın E ve B gözlerinde çalışıldı. Geçen yıl Karain Mağarası’ndaki en önemli keşif, Alt Paleolitik Çağ’dan Orta Paleolitik Çağ’a geçiş dönemine ait tabakalarda kalker aletlerin kullanıldığının anlaşılmasıydı. Kalker, Paleolitik Çağ’da yaygınca kullanılmış bir hammadde değil. Dolayısıyla bu tür bir işleyimin fark edilmesi de oldukça güçtür. Bu işleyimdeki aletler çoğunlukla Clacton ve Tayac yöntemlerine göre yapılmış yongalardan oluşuyor.
Üçağızlı Mağarası’nda (Hatay) gerçekleştirilen kazılarda ise Orta Paleolitik Çağ’dan Üst Paleolitik Çağ’a geçiş dönemine ait tabakalar açığa çıkarıldı. Yaklaşık 28-44 bin yıl öncesine tarihlenen bu dönemde bu bölgede yaşayan insanların morfolojisi hakkında, ne yazık ki, fazla şey bilinmiyor. Üçağızlı Mağarası’nda yaşamış insanların, bulunan dişlerinden anlaşıldığı kadarıyla, bu insanlar bizim türümüz olan Homo sapiens sapiens’ler. Üçağızlı kazıları özellikle bu döneme ait bir insan fosili bulunması amacıyla gerçekleştiriliyor.
Türkiye’nin Paleolitik Çağ açısından büyük bir potansiyeli olmasına karşın, bu yeterince iyi araştırılmıyor. Paleolitik Çağ buluntuları çoğunlukla insanların kullandığı taş aletler ve çeşitli hayvan kemiklerinden fazlası değil. Dolayısıyla bunları anlamak ve popülerleştirmek, görkemli tapınakların, mimari unsurların ve göze hoş gelen çanak çömleklerin olduğu Neolitik Çağ ve sonrasındaki dönemlere göre çok daha zor. Türkiye’de arkeologlar arasında bile, insanın insan olduğu, geçmişin bu en uzun dönemiyle fazla ilgilenilmiyor. Önümüzdeki yıllarda Türkiye arkeolojisinde Paleolitik Çağ’a yönelik araştırmaların yoğunlaşması büyük bir ihtiyaç.
NEOLİTİK ÇAĞ VE SONRASI
Son yıllarda medyada en çok haberi çıkan buluntu yerlerinden biri Göbekli Tepe (Şanlıurfa). Göbekli Tepe’de Çanak Çömleksiz Neolitik Çağ’a ait bir çok yuvarlak yapı bulundu. Bazı yapıların çapı 25-30 metreyi buluyor. Geçen yıl gerçekleştirilen jeomanyetik araştırma, henüz kazılmayan alanlarda da bu tür yapıların bulunduğunu gösterdi. Bu yapıların duvarlarında sütunlar bulunuyor. Yapıların merkezinde de iki adet bağımsız sütun var. Bu sütunların üzerinde bazen çeşitli motifler ya da hayvan betimleri yer alıyor. Göbekli Tepe’deki bu buluntular, dünyanın bilinen en eski tapınaklarına ait. Göbekli Tepe’nin, Fırat ve Dicle ırmakları arasında ve Suriye’yi de kapsayan büyükçe bir bölgede önemli bir merkez olduğu düşünülüyor.
2003 yılında kazı çalışmaları sona erdirilen bir yerleşme olan Musular (Aksaray), İç Anadolu’nun da ayrı bir Neolitik kültür bölgesi olduğunun anlaşılmasını sağlayan Aşıklı Höyük’ün çok yakınlarında bulunuyor. Aşıklı Höyük’ün son evrelerinde ve Aşıklı Höyük terk edildikten sonra bölgede anakaya üzeri yerleşmeler kullanılıyor (Musular, Gedikbaşı, Yellibelen ve Ven 7 gibi). Bunlar bir anlamda Aşıklı’nın “uydu yerleşimleri”. Musular kazısının çözmeye yöneldiği sorunlardan biri de bu değişimin nedenleri. Musular’da bulunan yapıların hepsi, ortak kullanıma yönelik “özel” yapılar. Musular’da işlik, çöplük gibi alanlar da yok. Musular’da obsidien işlemeye yönelik bir işlik alanı da bulunmamış ve bulunan obsidien aletler çoğunlukla kullanılmamış. Kemik toplulukları içinde hayvanların kafatasları gibi bazı bölümleri bulunmuyor. Yerleşmede bulunan büyük miktardaki kemik toplulukları burasının sığır avı, avın kesimi ve paylaşımıyla ilgili işler için kullanıldığını düşündürüyor.
Güneydoğu ve Orta Anadolu’daki Neolitik çekirdekler belli bir aşamaya kadar kendi başlarına geliştikten sonra, komşu bölgelerle ilişkiler kurdular. Neolitik yaşam tarzının Avrupa’ya doğru yayılmasında en kritik noktalardan biri de Türkiye Trakyası’ydı. Günümüzde Trakya’da kazılan en önemli tarihöhcesi buluntu yeri, Aşağı Pınar (Kırklareli). Geçtiğimiz yıllarda kazısına ara verilmesi düşünülürken, çıkan buluntular nedeniyle kazıya devam edilmesi kararı alındı. Bu buluntuların başında MÖ 6200 yıllarına tarihlenen bir yapının bulunması geliyor. Bu yapı kalın ahşap direklerle yapılmış ve kendi içinde de küçük bölümleri olan üç büyük bölmeden oluşuyor. Bu bölümlerden birinde bir dokuma tezgahına ait kalıntılar bulundu. Yapının içinde çeşitli depolama birimleri de bulundu. Ahşap ya da deri kapların ağzını kapamak için kullanılabilecek kapamalar da, yapının bir yere yollanacak ya da bir yerden gelen ürünler için bir depo olduğunu düşündürüyor. Böyle düşünülmesinin bir nedeni de, depolama ünitelerinin bir alinenin bir yılda tüketebileceğinden fazlasının saklayabilecek kadar geniş olması. Yapının bir köşesinde, 11 adet kült kabı bulundu. Üzerine bir nesnenin de oturtabileceği bu ayaklı kaplar, bugüne dek pek bilinmeyen bir kültle ilgili.
SORUNLAR
Sempozyumla birlikte, araştırmalarda ulaşılan sonuçların yanında mutlaka Türkiye arkeolojisinin sorunlarına da değinmek gerekir. Yasalar gereğince tüm Türkiye’deki arkeolojik araştırmalar Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın denetimindeyken, şüphesiz sorunlardan söz ederken de ilk sırayı bakanlık almalıdır. Geçen yıl pek çok kazı ekibi, bakanlığın izinleri geciktirmesinden dolayı çalışmalara ya çok geç başlayabildi, ya da izin gelene kadar “kazı sezonu” diyebileceğimiz yaz ayları bittiği için, kazı yapamadı. İzinlerin gecikmesi artık kronikleşti. Bu yıl sempozyumda yapılan açıklamalardan da anlaşıldığı kadarıyla, bakanlık, kendisini de bürokratik olarak zorlayan kazı izinleri sorununu çözmenin yolunu kazı sayısını azaltmak olarak görüyor. Hatta bunu sağlamak için, katılımlı müze kazılarının 2006 yılına kadar bitirilmesi öngörüyor. Ancak bunu çözmenin şimdilik en makul yolu, izinleri yalnızca bir yıllık değil de, birkaç, örneğin iki ya da üç yıllık olarak vermek. Bu bakanlık bürokrasini de, kazı izni için bekleyen bilim insanlarını da bir süreliğine rahatlatabilir.
Bakanlıkla ilgili pek çok sorunun temelinde Türkiye’nin kendisine yönelik bir kültür politikası uygulayamaması yatmaktadır. Bakanlık arkeolojiyi ve bir bütün olarak kültür tarihini, Türkiye halkına kimlik kazandıran, onu zenginleştiren bir unsur olarak değil de, müzeye konacak, müzeyi gezmesini sağladığı turistten gelir elde etmesini sağlayacak bir sektör olarak görüyor. Bunun en büyük göstergesi, bakanlığın, yurtdışına kaçırılmış tarihi eserleri geri getirtmek için aşırı düzeyde çaba harcamasıdır. Oysa buna harcanan ödenek ve çabanın küçük bir bölümü bile Türkiye arkeolojisi için kullanılsa, Türkiye arkeolojisinin önemli eksiklikleri kapatılabilir.
Örneğin, Türkiye’nin arkeolojinin artık vazgeçilemez yöntemlerinden biri olan karbon 14 yöntemini uygulayan bir laboratuvar yok. Bütün kazılar, karbon örneklerini yurtdışına gönderiyor. Hatta bu yöntemin getireceği maliyeti karşılayamadığı için, oldukça önemli bir İlk Tunç Çağı yerleşmesi olan Küllüoba’nın (Eskişehir) arkeometrik tarihlemesi bugüne dek yapılamadı. Arkeolojiyle ilgili pek çok teknolojik gelişme de Türkiye’de yaygın bir biçimde kullanılmıyor. Örneğin, Troia’da (Çanakkale) geçen yıl yapılan jeomanyetik araştırma, neredeyse 130 yıldır üzerinde çalışılan yerleşmenin ancak yüzde beşinin kazılabildiğini ortaya çıkardı. Pek çok buluntu yerinde, uygulaması kazıdan çok daha ucuz olan bu tür yöntemler verimli bir biçimde kullanılmıyor. Türkiye arkeolojisinin gelişmesi için teknolojik olanakların yaygınca kullanılmasının yolunu açacak şekilde arkeometri çalışmalarının kurumsallaşması gerekiyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder