27 Aralık 2005

Türk Arkeolojisinin Bir Yılı: 2002

Yayın bilgileri:
Dinçer, B., 2003
“Türk Arkeolojisinin Bir Yılı: 2002”, Bilim ve Ütopya 109: 10-11.

Türk Arkeolojisinin Bir Yılı: 2002
Berkay Dinçer
Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın 25-31 Mayıs günleri arasında düzenlediği 25. Uluslararası Kazı, Araştırma ve Arkeometri Sempozyumu Ankara’da toplandı. Artık gelenekselleşmiş olan sempozyumun içeriği bu yıl altı güne sığdırılmıştı. 1999 yılında dört gün olan sempozyum süresinin önce beş, sonra da altı güne çıkarılması Türk arkeolojisindeki gelişimin de bir göstergesiydi.

Arkeolojinin bölgelere ve çağlara göre farklı uzmanlık alanlarına ayrıldığı ve çağdaş arkeolojide pek çok araştırmanın çokdisiplinli bir şekilde yapıldığı günümüzde, böyle bir sempozyumun coğrafi olarak tüm Türkiye’yi kapsaması ve herhangi bir dönem ayrımı yapılmaksızın düzenlenmiş olması, hem farklı alanlarda çalışan bilim insanlarının diğer alanlarda olup bitenleri takip edebilmesi, hem de izleyicilerin Türkiye tarihini bütüncül bir şekilde görmeleri için oldukça yararlıydı.

KAZI SAYISININ KISITLILIĞI VE KİMİ BAŞKA SORUNLAR

Günümüzde pek çok ülkenin, kendi sınırlarında yapılan tüm arkeolojik araştırmalarının sonuçlarını böyle bir sempozyumda toplaması neredeyse olanaksızdır. Bunda, özellikle gelişmiş ülkelerde, bir yıl içinde yapılan araştırma sayısının bir kaç bin, hatta on binlerce, olmasının yanında,
Türkiye’nin dünyada kendine has bir arkeoloji geleneği oluşturmuş sayılı ülkelerden biri olması da oldukça önemlidir. Böyle büyük çaplı bir sempozyumun yalnızca altı güne sığdırılabilmiş olması da, Türk arkeolojisi açısından tartışılması gereken önemli bir sorundur. Milli Kütüphane’nin iki ayrı konferans salonunda gerçekleşen sempozyumda yaklaşık 200 adet bildiri sunuldu. Oysa yüzölçümü bakımından Türkiye’den çok daha küçük birçok Avrupa ülkesinde bir yıl içinde yapılan arkeolojik araştırma ve kazı sayısı ortalaması 200’ün en azından birkaç kat üzerindedir.

Türk arkeolojisinin tek sorunu, elbette araştırma sayısının kısıtlanmış olması değildir. Sempozyumun açılışında bilim kurulları adına bir konuşma yapan Prof. Dr. Coşkun Özgünel, tüm dünya üniversitelerinde uzmanlığa yönelik eğitim yaygınlaştırılırken, Türkiye’de Prehistorya, Protohistorya ve Önasya Arkeolojisi ve Klasik Arkeoloji gibi birbirlerinden çok farklı yöntemlerle çalışan arkeoloji bölümlerinin tek bir “Arkeoloji” bölümünde birleştirilmesinin, Türk arkeolojisinin önünde önemli bir engel olacağını ifade etti.

Sempozyumun açılışında Kültür ve Turizm Bakanı Erkan Mumcu da bir konuşma yaptı. Geçtiğimiz yıl, pek çok kazı, Kültür Bakanlığı ve üniversitelerin fonlarından gelmesi beklenen maddi kaynakların geç verilmesi üzerine, ya çok kısa süre yapılmış ya da hiç yapılamamıştı. Bakan, önümüzdeki kazı sezonunun gerek ekonomik bakımdan, gerekse izin verilmesi bakımından arkeologlar için bugüne dek geçirilmiş en iyi sezon olacağını söyledi. Ancak bu iyimserlik için, geçmiştekilerden farklı olarak neyin yapılmış olduğunu açıklamadı.

Erkan Mumcu’nun konuşmasındaki en ilginç nokta ise, arkeologlara “araştırmalarınızın sonuçlarını paylaşın” demesiydi. Gerçek bilimsel araştırmanın en önemli sonucu yayındır ve yayın bilim insanının araştırmasında edindiği sonuçları paylaşırken kullandığı en önemli araçtır. Günümüzde Türkiye ve yurtdışındaki hem popüler, hem de bilimsel dergilerde basılan makalelerin azımsanamayacak kadar büyük bir bölümü arkeologlara aitken Erkan Mumcu’nun arkeologları “paylaşmamak”la suçlaması anlaşılmazdır. Şüphesiz, bilim insanları ile hükümetin ya da halkın çoğunluğunun bilimden bekledikleri aynı şeyler değildir.

Türkiye’de bütün arkeolojik araştırmalar, yasa gereği, bakanlık tarafından görevlendirilen bir gözlemci katılımıyla yapılmaktadır. Bakanlığa bağlı Kültür Varlıkları ve Müzeler Genel Müdürlüğü’nde gözlemci olmaya uygun çalışan sayısı, bu durumda doğal olarak, araştırma sayısını da belirlemektedir. Yasaların arkeologlara çok zaman birer bilim insanından çok, eski eser kaçakçısı gibi baktığının da kanıtı olan bu anlayış, birçok gelişmiş ülkede artık terk edilmiştir (1). Bu anlayışı terk eden ülkelerde, arkeologların denetlenmesi bu tür “polisiye” yöntemlerden çok, bilimsel ilkelere göre yapılmaktadır.

TÜRKİYE’NİN EN ESKİ KÜLTÜRLERİNİ ORTAYA ÇIKARAN KAZILAR

Türkiye’de insanla ilgili yapılan en eski araştırma insanın kültürlerinden çok insansıların kökenleri ile ilgilidir, dolayısıyla arkeolojiden çok paleontolojinin konusu içine girmektedir. Bursa’daki Paşalar adlı buluntu yeri, jeolojik olarak Alt-Orta Miosen’e, yani günümüzden yaklaşık 15 milyon yıl öncesine tarihlenir. Miosen’in ilk yarısında tüm dünyada deniz seviyeleri düştü, kıtalar birbirleriyle birleştiler ve bunlar karasal memelilerin göç etmesinde etkili oldu. Bu dönemde Anadolu’da tropik/yarı tropik bir iklim hakimdi. Paşalar’da insansılarla birlikte pek çok karasal memeliye ait fosiller de bulundu.

Türkiye topraklarında insana ait kültürlerin görünmesi içinse Paleolitik Çağ’ın başlaması gerekti. Türkiye’nin bilinen Paleolitik Çağ buluntu yerleri, ne yazık ki, hala varolmuş gerçeği yansıtamayacak kadar az sayıdadır ve bu bilinen buluntu yerlerinin çoğu da bugün baraj suları altında kalmıştır. Türk arkeologlarının çoğu, Paleolitik Çağ’ın çoğunlukla yalnızca taş alet ve kemik parçalarından oluşan buluntu topluluklarına göre, daha anlaşılabilir ve daha görkemli buluntulara sahip geç dönemlerle ilgilendikleri için Türkiye’de insanın “insan” olduğu ve yaklaşık 2,5 milyon yıl süren tarihin en uzun çağı Paleolitik Çağ hakkında bilinenler hala potansiyelin sadece çok küçük bir parçası durumundadır (2).

Türkiye’de, bilinen Paleolitik Çağ buluntu yerlerinin sayısı her geçen yıl artmaktadır. Bunda arkeolojik yüzey araştırmalarının önemi büyüktür. Ancak yapılan pek çok yüzey araştırması, çoğunlukla höyükler ve tümülüsler gibi bulundukları coğrafi yapıda kolayca fark edilebilen buluntu yerlerini bulmaya yöneliktir. Ankara Üniversitesi’nden Harun Taşkıran ve Metin Kartal’ın 1998’den beri Ilısu ve Karkamış baraj göl alanları içinde yaptıkları yüzey araştırması ise, pek çok yüzey araştırmasında göz ardı edilen, yalnızca yüzeyde bulunan yontuk taşlarla, alet parçalarıyla fark edilebilen Paleolitik Çağ buluntu yerlerini bulmaya yöneliktir ve bu açıdan ülkemizde önemli bir eksikliği doldurmaktadır. 2002 yılında Ilısu baraj göl alanında gerçekleştirilen yüzey araştırmasında, çoğu erozyonla taşınarak birikmiş dolguların içinde çok sayıda Alt ve Orta Paleolitik Çağ’a tarihlenen alet bulunmuştur. Bu buluntu yerleri bir yerden taşınarak biriktikleri için kazı yapılarak araştırılacak durumda değildirler. Yüzey araştırması sonucunda Paleolitik Çağ’ın son dönemi olan Üst Paleolitik Çağ’a ait hiçbir buluntu yeri bulunmamıştır. Üst Paleolitik buluntu yerlerinin tüm Türkiye’de, Alt ve Orta Paleolitik Çağ buluntu yerlerine göre, çok az sayıda olması, araştırma eksikliği ile açıklamayacak kadar karmaşık bir probleme işaret etmektedir (3).

Ülkemizde az sayıdaki Paleolitik Çağ kazısı, geçtiğimiz yıl oldukça önemli sonuçlara ulaştı. Niğde’deki Kaletepe’de bulunan, insanların alet yapmak için özellikle tercih ettiği ve en azından on bin yıldır ticaretini yaptığı volkanik cam olan obsidienden yapılmış bir adet iki yüzeyli (el baltası), Türkiye’deki az sayıda in situ buluntudan birisi durumundadır. Kaletepe’nin en alt tabakalarında insanların aletlerini obsidien dışında, daha çok yerel taşları kullanarak yapmış olmaları, bu kültürü oluşturan insanların Orta Anadolu’da obsidien henüz oluşmadan, yani günümüzden yaklaşık bir milyon yıl önce, yaşadıklarını düşündürmektedir. Türkiye’de en iyi araştırılan Paleolitik Çağ buluntu yerlerinden biri olan Antalya’daki Karain Mağarası’nın E gözünde Neandertal türü insanın kültürünü yansıtan Orta Paleolitik tabakaların kazısı tamamlandı. Önümüzdeki kazı sezonunda daha eski olan Alt Paleolitik Çağ tabakalarının kazısına başlanacak.

Tüm dünyada tarihöncesi ile ilgilenen arkeologların üzerinde en çok tartıştığı konulardan biri de, Orta Paleolitik Çağ’dan, bizim türümüz olan Homo sapiens sapiens’in oluşturduğu Üst Paleolitik Çağ kültürlerine nasıl geçildiğidir. Hatay’daki Üçağızlı Mağarası’nda yapılan kazılar, Orta Paleolitik taş alet teknolojisinin evrimleşerek Üst Paleolitik işleyimi oluşturduğunu, kültürün kesintisiz devamlılığını göstermektedir. Ancak Türkiye’de az sayıda araştırılmış Paleolitik Çağ buluntu yeri yüzünden bu geçişin her yerde bu şekilde olup olmadığını söylemek zordur.

“UYGARLIK”IN DOĞUŞU

Ülkemizde Paleolitik Çağ’ın sonu pek iyi bilinmediğinden, ilk köy toplumlarına ve besin üretimine geçiş olan Neolitikleşme de çok iyi anlaşılamamaktadır. Paleolitik Çağ’a göre fazla sayıda araştırma olsa da, Neolitik Çağ araştırmaları da henüz yeterli sayıda değildir. Araştırılmış birkaç on tane Neolitik höyük, Türkiye gibi yüzölçümü bakımından büyük ve yer şekilleriyle doğal olarak farklı bölgelere bölünmüş bir ülkede genel bir resmin görülebilmesine engel olmaktadır.

Yakın zamana kadar bu araştırma eksikliği, Orta Anadolu’nun Neolitikleşmenin taşrasında olduğu görüşünün yaygınlaşmasında etkili olmuştu. Son yıllarda, özellikle Aşıklı Höyük, Musular, Çatalhöyük ve Canhasan gibi buluntu yerlerinde yapılan araştırmalar, Orta Anadolu’nun kendine has bir Neolitikleşme sürecinin olduğunu göstermiştir. Bunun yanında, göreli olarak iyi bilinen Güneydoğu Anadolu bölgemizde bile, her şeyin keşfedildiğini, bölgenin Neolitik Çağı ile ilgili her şeyin bilindiğini söylemek zordur. Ekonomi ve şehirleşme bakımından daha gelişmiş Marmara ve Ege gibi batı bölgelerinin Neolitik Çağı hakkında bilenler çok daha azdır. “Uygarlıkların beşiği” olma iddiasında olan bir ülkenin bu kadar bilinmezle dolu olması anlaşılabilir değildir.

Neolitik Çağ’ın doğal sonucu olan, Kalkolitik Çağ ve Tunç Çağları araştırmaları daha çok sayıdadır. Bu dönemlerde ürünlerin ticareti arttığından dolayı farklı kültür bölgeleri arasındaki ilişkiler, maddesel kültür ürünlerine bakılarak daha kolay anlaşılabilmektedir. Devletleşme sürecindeki toplulukların anlaşılmasında, teorilere göre eldeki bilginin yorumlanması değil, Malatya’daki Aslantepe’de yapıldığı gibi, eldeki bilgiye göre teorilerin oluşturulması gereklidir. Ya da Hitit başkenti Boğazköy’deki kazılarda olduğu gibi, teorinin tarafsız bir şekilde sınanması gerekir. 2002 yılı Boğazköy kazılarında yukarı şehrin sadece resmi ve dini yapılardan oluşmadığı, yukarı şehirde insanların normal hayatının da sürdüğü kanıtlandı.

Türk arkeolojisinde son dönemde en iyi örnekleri Limantepe, Sagalasos ve Gözlükule’de görülen çokdisiplinli ve bir bölgenin uzun dönemli çevresel ve kültürel durumunu anlamaya yönelik çalışmaların yaygınlaşması, Türk arkeolojisinin geldiği aşamayı göstermesi bakımından önemlidir. Geçtiğimiz yıl Mersin’deki selden etkilenen Soli/Pompeiopolis’te uygulandığı gibi “bir Bizanslı’nın çöpe ne attığı”nın anlaşılması da, en az bir Roma tiyatrosunun restore edilerek turistik etkinliklere açılması kadar önemlidir. Geçmiş toplumların gündelik yaşamını anlamaya yönelik bu tür sorular yaygınlaştıkça, Türk arkeolojisinin bilimsel seviyesi daha da yükselecektir.

NOTLAR

1- M. Özdoğan, Türk Arkeolojisinin Sorunları ve Koruma Politikaları, Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, 2001.

2- G. Arsebük, "A Review of the Current Status of Pleistocene Archaeology in Turkey", G. Arsebük, M. Mellink, W. Schirmer (eds.), Light on Top of the Black Hill, Ege Yayınları, İstanbul, 1998: 71-76.

3- M. Özdoğan, "Anatolia from the Last Glacial Maximum to the Holocene Climatic Optimum: Cultural Formations and the Impact of the Environmental Setting", Paleorient 23/2, 1998: 25-38.

Hiç yorum yok: