Dr. Canan Çakırlar
Şüphesiz, aklın en önemli göstergelerinden bir tanesi geçmiş deneyimlere dayanarak geleceği tahmin edebilme yetisidir. Küresel iklim değişikliklerine karşı uygarlığın zor bir sınavdan geçtiği şu günlerde, geçmişte yaşamış toplumların benzer olaylara gösterdikleri tepkileri anlamak geleceğimizi kurgulamamız açısından ayrı bir önem kazanıyor.
Bugün, küresel iklim değişikliklerinin insan yaşamını derinden etkileyebileceğini öylesine kabul etmiş durumdayız ki, gelişmiş devletler bilime ayırdıkları kaynakların önemli bir kısmını iklim değişiklikleriyle başa çıkmanın yollarını aramaya adıyorlar. Kabul ettiğimiz bir başka gerçek de insanların ekolojik dengeleri küresel boyutta alt-üst edebilecek kadar iklim olaylarına etki edebileceği. Son yıllarda yapılan arkeolojik ve paleoklimatolojik araştırmalar iklim değişikliklerinin geçmiş uygarlıkların şekillenmesinde de belirleyici bir rol oynadığını, insanların da küresel boyutta olmasa bile bölgesel boyutta çevre şartlarını etkilemiş olduklarını ortaya koyuyor. Bu araştırmalar uygarlık tarihindeki kesintiler olarak da görebileceğimiz karanlık çağlara sebep olan faktörlerin de daha iyi anlaşılmasını sağlıyor.
Göl kesitleri: ski göl tabanlarından alınan dolgu örnekleri küresel iklim değişikliklerinin yarattığı etkilere ışık tutuyor: Üstteki kesitte görülen oksidasyona uğramış kırmızı renkli çamur gölün kurumasına neden olan kurak bir dönemi temsil ederken, alttaki kesitteki gri-siyah tonlarındaki çamurlar ise gölde sürekli su bulunan organik madde içeriği yüksek çökülleri örneklendiriyor. (Fotograf: Dolores Piperno)
İki buçuk milyon yıldan fazla süren Paleolitik Çağ’dan Neolitik Dönem’e geçişi yaşam tarzındaki radikal değişiklikler belirler. Son Buzul Çağı’nın bitip Holosen’in –yani içinde yaşadığımız ılıman dönemin başlamasıyla nüfusun büyük bir kısmı avcı-toplayıcı göçebe yaşam tarzını terk edip üretici ve yerleşik hayata geçmiştir. Bu iki gelişme arasında kronolojik bir tesadüften çok öte bir bağ olduğunun anlaşılması prehistorik arkeolojinin temel taşlarından birini oluşturur. Havaların ısınıp bitki örtüsünün değişmesinin bu gelişmelerde oynadığı ateşleyici rol bilim tarihinde göreceli olarak erken bir dönemde yaygın olarak kabul edilmiştir. Bunun sebebi hem küresel iklim hem toplum tarihi bağlamında yaşanan bu değişikliklerin yadsınamayacak kadar büyük çapta gelişmeler olmasıdır. Erken Holosen’de yaşanan kültürel ve çevresel değişiklerin boyutları, ancak Endüstriyel Devrim’in bir türlü önüne geçemediğimiz etkileriyle pastırma sıcaklarını yaşadığımız Holosen’in etkilerinin birbirine karıştığı bugünlerde içinde olduğumuz durum ile karşılaştırılabilir.
Holosen’in dinamikleri yaklaşık M.Ö. 5000’den sonra yerine oturduktan sonra küresel iklimde yaşanan dalgalanmaların boyutları çok daha küçük çaplı olduğundan, bunlarla ilgili delillerin bulunması daha uzun zaman almıştır. Bu tarihten sonraki iklim dalgalanmalarının boyutlarını ve zamanlarını tespit etmek için gerekli olan teknoloji ve yüksek çözünürlükteki bilgi birikimine daha yeni ulaşıyoruz. Yakın zamana kadar iklim bilimciler ve jeologlar Holosen’in kendi içinde bir bütünlüğe sahip, sabit, istikrarlı bir iklimsel dönem olduğu varsayıyorlardı. Ancak 70’li yıllarda yeni ve yüksek çözünürlükteki verilerin yayınlanmaya başlamasıyla beraber artık Holosen’inin içinde yaşanan kısa ve uzun dönemli ‘küçük buzul çağları’ hakkında önemli ipuçlarına sahibiz. Artık ortalama sıcaklıkta 1 ila 3 derece gibi küçük değişikliklerin izlerini tanımlayabiliyor ve bu gibi değişikliklerin ne gibi felaketlere yol açabildiğinin farkına varabiliyoruz.
Yakın Doğu kültür tarihi külliyatında daha 20. Yüzyılın başlarında Erken Holosen’den günümüze kadar geçen süre boyunca iklim-uygarlık ilişkisi üzerine çeşitli önergeler ortaya atılmış olsa da, bunlar bilimsel çevrelerde pek fazla ses getirmemiştir. Fakat teknolojik eksikliklerden kaynaklanan delil yetersizliği iklim-toplum tarihi arasındaki bağların görülmesini geciktiren yegâne sebep değildir. Bir başka sebep de paleoklimatoloji biliminin arkeologların genelde kullandıkları veri grubundan çok farklı bir veri grubuyla çalışmasıdır. İklimsel veriler, daha doğrusu vekil veriler, yani geçmiş sıcaklık ve nem oranlarına ulaşmamızı sağlayan jeolojik ve biyolojik kökenli buluntular nadiren arkeolojik kazı alanlarından elde edilir.
Holosen’in dinamikleri yaklaşık M.Ö. 5000’den sonra yerine oturduktan sonra küresel iklimde yaşanan dalgalanmaların boyutları çok daha küçük çaplı olduğundan, bunlarla ilgili delillerin bulunması daha uzun zaman almıştır. Bu tarihten sonraki iklim dalgalanmalarının boyutlarını ve zamanlarını tespit etmek için gerekli olan teknoloji ve yüksek çözünürlükteki bilgi birikimine daha yeni ulaşıyoruz. Yakın zamana kadar iklim bilimciler ve jeologlar Holosen’in kendi içinde bir bütünlüğe sahip, sabit, istikrarlı bir iklimsel dönem olduğu varsayıyorlardı. Ancak 70’li yıllarda yeni ve yüksek çözünürlükteki verilerin yayınlanmaya başlamasıyla beraber artık Holosen’inin içinde yaşanan kısa ve uzun dönemli ‘küçük buzul çağları’ hakkında önemli ipuçlarına sahibiz. Artık ortalama sıcaklıkta 1 ila 3 derece gibi küçük değişikliklerin izlerini tanımlayabiliyor ve bu gibi değişikliklerin ne gibi felaketlere yol açabildiğinin farkına varabiliyoruz.
Yakın Doğu kültür tarihi külliyatında daha 20. Yüzyılın başlarında Erken Holosen’den günümüze kadar geçen süre boyunca iklim-uygarlık ilişkisi üzerine çeşitli önergeler ortaya atılmış olsa da, bunlar bilimsel çevrelerde pek fazla ses getirmemiştir. Fakat teknolojik eksikliklerden kaynaklanan delil yetersizliği iklim-toplum tarihi arasındaki bağların görülmesini geciktiren yegâne sebep değildir. Bir başka sebep de paleoklimatoloji biliminin arkeologların genelde kullandıkları veri grubundan çok farklı bir veri grubuyla çalışmasıdır. İklimsel veriler, daha doğrusu vekil veriler, yani geçmiş sıcaklık ve nem oranlarına ulaşmamızı sağlayan jeolojik ve biyolojik kökenli buluntular nadiren arkeolojik kazı alanlarından elde edilir.
Sarkıt ve dikitler: Uzun süreçler boyunca oluşan sarkıt ve dikitler U/Th yöntemiyle tarihlendirilebiliyor. Bunları oluşturan tabakaların izotop içerikleri yer altı sularının özelliklerine etki eden iklim şartları hakkında bilgi veriyor. http://www.uibk.ac.at/geologie/staff/katerloch/katerloch.html
Arkeoloji, geleneksel olarak insan yapımı malzemeyle, taş aletler, seramik vb., uğraştığından insanlık tarihindeki olgu ve olayları çevresel ve iklimsel faktörlerden önce yalnız insanın kendinden kaynaklanan faktörlerle açıklama yoluna gitmiştir çoğu zaman. Üstelik geçmiş dönemlerin iklimlerini yansıtan vekil verileri anlamlandırabilmek jeokimya, paleontoloji gibi tamamen ayrı disiplinlerde sağlam donanımlar gerektirmektedir. Ama disiplinler arası çalışmaların yalnız arkeolojide değil bütün bilimlerde öne çıkmaya başlamasıyla beraber, hem kültür tarihiyle ilgilenen bilimlerde hem de doğal bilimlerde değerler hızla değişmektedir. Bütün bunların yanında meselenin düşünsel yönünü de unutmamak gerekir.
İklim-uygarlık bağlamında yapılan çalışmaların önünü açan düşünsel gelişme özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra etkin olmaya başlayan, uygarlığın sürekli ilerlemeden ibaret olmadığı ve insanların doğada her şeyi istedikleri gibi kontrol edemedikleri görüşleridir. İşte böylece birbirlerine örülü olan entelektüel ve bilimsel ortam kıvam tutunca bugün söz konusu olan hangi dönem olursa olsun arkeolojik süreçleri ele alırken neden-sonuç ilişkilerinin açıklanmasında değişen iklim ve çevre şartlarını soysal ve kültürel değişkenlerle beraber göz önünde bulundurmak bilimsel yöntemlerimizin önemli bir parçası haline dönüşmeye başlamıştır.
Geçmiş İklimlerin İzleri
Küresel iklim sistemini iki kozmik faktör belirler: Bunlardan biri güneş patlamalarının şiddeti, diğeri de dünya yörüngesindeki değişikliklerdir. Mısır ve diğer başka uygarlıkların güneşi ve etrafındaki ışınları tanrısallaştırmalarının mantıksal nedeni güneşin iklim üzerindeki etkisinin önemini ampirik olarak anlamış olmalarıdır.
Ana iklim sistemi, ilk bakışta birbirlerinden onbinlerce kilometre uzakta vuku buldukları için bağımsız gibi görünen ve ‘atmosferle okyanusun dansı’ olarak da nitelendirilebilecek daha küçük basınç ve nem hareketleriyle işler. Kuzey Atlantik Salınımı ile güney yarımküredeki ünlü “El-Nino” ya da Güney Salınımı bunlardan en önemlileridir. Bu sistemlerdeki ufak değişikler Muson yağmurları veya Golf Stream (Körfez Akıntısı) gibi sistemin daha küçük öğelerinin ortalama sıcaklığını ve taşıdıkları nem oranını etkileyerek insan topluluklarının yaşadıkları karalar üzerinde başta bitki örtüsünde olmak üzere hayatî değişikliklere yol açarlar. Biliminsanlarının bu sistemlerdeki ufak değişikliklerin rüzgâr gibi gelip geçmediklerinin, arkalarında derin izler bıraktıklarının farkına varmaları geçmişte yaşanmış iklim değişikliklerini anlayabilmemizi sağlamıştır.
Bu izlere çevremizde hemen her yerde; bir dere yatağında, bir falez kesitinde, ya da bir arkeolojik kazı alanında rastlamak mümkündür. Arkeologlar nasıl taş aletlerin ve seramik buluntuların tipolojilerinden, onların zamansal ve mekânsal konumlarından geçmişte yaşayan toplumlar hakkında yorumlar yapabiliyorlarsa, paleoklimatologlar da geçmişte yaşanmış iklim değişikliklerinin izlerini jeolojik tabakaların arasında bulup, eski ve unutulmuş bir dili okur gibi çözümleyebiliyorlar. Ama küreselliklerini kanıtlama peşinde olduğumuz izleri özellikle zaman ekseninde takip etmek gerektiği için iklim bilimciler ve jeologlar olabildiğince az tahribata uğramış ve sürekliliği olan katmanları takip etmeyi tercih ederler.
Antarktika’da iklim: İklimbilimciler tüm yerküreyi etkileyen atmosfer ve okyanus olaylarını incelemek için Antarktika’nın zorlu şartlarında meşakkatli bir çalışma sürdürüyor (US Geological Survey)
Okyanus ve atmosfer olayları kıta iklimleri üzerinde belirleyici olduğundan, geçmiş iklimlerin izleri okyanus tabanlarındaki jeolojik katmanlarda ve kutuplardaki buzullarda aranır. Gelişmiş delgeçler kullanarak bu katmanlardan kor halinde örnekler toplanır ve bunların içindeki biyolojik ve jeolojik kökenli örnekler incelenir. Bu malzemeler çok çeşitli özelliklere sahip bilgiler verirler. Çeşitliliklerinden dolayı bu verilerin sentezini yapmak zordur. Örneğin, okyanus diplerinde biriken mikroorganizmaların fosil kalıntılarının zaman içinde biriken katmanlar arasında değişiklikler göstermesi, bu organizmaların yaşadıkları ortamın da değiştiğini gösterir. Ortamın değişmesi iklim değişikliğine işarettir.
Buzullar içinde donan su, oluştuğu zamandaki ortamın kimyasal özelliklerini yansıtır. Atomun farklı hallerini temsil eden izotoplar bu tabakalarda iklim şartlarına göre belirli oranlara göre depolanırlar. Örneğin, doğada kendiliğinden varolan oksijen izotoplarının birbirlerine olanoranlarıyla hava sıcaklığı arasında düz bir ilişki vardır. Biliminsanları buzullardan aldıkları izotop örneklerini laboratuarlarda kelimenin gerçek anlamıyla ‘sayarak’ geçmiş çağlardaki sıcaklık ve nem oranlarındaki dalgalanmalarla ilgili yorumlar yapabilirler.
Özellikle buzul korlarında yıllık değişiklikler bile saptanabilmektedir. Yüksek çözünürlükten kastedilen budur. Ama buzul korlarında okunan değerlerle okyanus tabanlarından elde edilen mikroorganizmalarda görülen değişikliklerin aynı, benzer ya da birbirinden tamamen farklı iklimsel olaylara işaret edip etmediğini anlamak ayrı bir meseledir. Tabii en önemli sorunlardan birisi, derinlere inildikçe, yani tarihte geriye doğru gidildikçe, hangi tabakanın hangi yılı temsil ettiğini bulmanın zorlaşmasıdır. Değişik yerlerden gelen vekil verilerin senkronize edilmesi farklı tarihleme yöntemleri kullanılmasıyla daha da zorlaşır. Bu da aynı arkeolojide olduğu gibi birden fazla tarihleme yöntemi ve çapraz-tarihleme kullanılarak aşılmaya çalışılmaktadır.
Son zamanlardaki bilimsel gözlemler Kuzey Atlantik Salınımı’nın Doğu Akdeniz iklimini doğrudan etkilediğini ortaya koyduğu için şu anda Doğu Akdeniz Bölgesi’nden elde edilen paleoklimatolojik verilerin gösterdiği eğilimlerin büyük ölçüde Kuzey Atlantik Salınımı’nın yansımaları olduğu öne sürülüyor. Gerçekten de Yakın Doğu’dan elde edilen yüksek çözünürlü vekil verilerin Kuzey Atlantik’ten alınan korlardaki izotop arşivlerinin değerleriyle büyük ölçüde örtüşmekte. Ama El-Nino sisteminin bölge üzerinde etkileri de yadsınamayacak kadar büyük. Bunun yanı sıra, küresel iklimdeki 1-2 derecelik bir artış bütün Doğu Akdeniz’de kuraklığa yol açar, aksi yönde bir gelişme de havaların soğumasını sağlar gibi düz bir mantık gütmek tamamen yanlıştır.
Küresel iklim değişiklikleri farklı bölgeleri farklı şekillerde etkiler. El-Nino sisteminde gerçekleşen bir olay Doğu Akdeniz’in kıyı bölgelerine yağış getirirken, aynı olay Yakın Doğu’nun iç kesimlerinde kuraklığa yol açabilir. Bu yüzden arkeologları ilgilendiren iklim verileri yalnızca okyanus tabanlarından ve buzullardan gelen küresel veriler değil, bölgesel verilerdir de aynı zamanda. Bunlar arasında göllerdeki değişen su seviyelerinin görülebildiği kesitler, kuraklık döneminde oluşan tuzların kesitlerde bıraktığı çizgiler, göl tabanlarından alınan polen örnekleri, mağara içlerindeki sarkıt ve dikit gibi kireç oluşumlarından alınan izotop örnekleri başta gelenlerdir.
Mikroskop görüntüsünde polen: Jeomorfik dolguların arındırılmasıyla elde edilen polen parçacıkları doğal bitki örtülerinin betimlenmesinde kullanılıyor. (Fotograf: Dolores Piperno)
Polen analizleri, bitki örtüsündeki yaygın değişiklikleri ortaya çıkarır. Fakat orman alanlarının mera olarak kullanılması, ısınmada kullanılmak üzere ve tarım sahaları açmak için ağaçların kesilmesi gibi insan faaliyetleri de bitki örtüsünü değiştirdiği için, polen analizlerini yorumlarken, iklimin değişmiş olabileceği olasılığının yanı sıra insan faktörü de göz önünde bulundurulmalıdır.
Karanlık Çağlar ve İklim Değişiklikleri: Koskoca Medeniyetler Küresel Salınımlardan Etkilenir mi?
MÖ 5000 civarında büyük çaplı dalgalanmaların sona ermesinden sonraki Holosen uzun bir yaz gibi görülebilir, ama içinde yer yer susuz yazların, zaman zaman da şiddetli yaz yağmurlarının olduğu bir yazdır bu yaz. Senkronize edilmiş vekil veriler Holosen’in durağan ikliminin günümüze kadar en az beş kere kesintiye uğradığını göstermektedir. Bu dönemlerden bir tanesi de Geç Tunç Çağı’nın sonunda Yakın Doğu uygarlıklarının çöküp Karanlık Çağ’ın başlamasına denk gelmektedir.
Klasikçi Rhys Carpenter 1966 yılında yayınladığı Yunan Medeniyet’inde Kesintiler isimli kitabında Miken Uygarlığı ve Geç Tunç Çağı’nın bitmesine iklim şartlarındaki bir değişikliğin yol açtığını öne sürdüğünde bunu ispat etmek için elinde çok az veri vardı. Carpenter’ın teorisine göre, Sahra Çölü’nden gelen kuru güney rüzgârlarının birkaç enlem kuzeye kaymasıyla Güney Ege bölgesinde kuraklık yaşanmış; birkaç yıl ardı ardına kurak yazlar yaşanınca kıta Yunanistan’ındaki nüfusu beslemeye yetecek kadar tarımsal üretim yapılamamış, bu da kentlerin dağılmasına ve Geç Tunç Çağı’nın gelişmiş ekonomik sisteminin çökmesine neden olmuştu.
İklim bilimciler daha sonra Carpenter’ın teorisinin doğruluğunu kendi yöntemleriyle araştırdıklarında gerçekten de Sahra Çölü’nden gelen kuru rüzgârın biraz daha kuzeye etki etmesi sonucunda Güney Ege’de kuraklık yaşandığını keşfettiler. Buna rağmen aynı olay Atina ve kuzeyinde ağır yağışlara neden oluyor, fakat Anadolu platosunu da kurak bırakıyordu. Çok da uzun sürmeyen bir kıtlığın deniz aşırı ticaret ağlarını kontrol altında tutan “koskoca” devletlerin çöküşüne yol açmış olabileceği ilk bakışta akıl almaz görülebilir. Ama öncelikle söz konusu bölgelerde tarımın zaten hiçbir zaman çok kolay olmadığını hatırlamak gerekir.
Her zaman doğa olaylarından en çok etkilenenler çöle yakın yerlerde ya da yağış oranlarının marjinal olduğu bölgelerde yaşayan toplumlar olmuştur. Yakın Doğu coğrafyasının büyük bir bölümü bu tip bölgelerden oluşur. Doğu Akdeniz bölgesinin küçük çaptaki iklim dalgalanmalarından nasıl etkilenebileceğini görmek kolaydır.
Zeytincilik, zeytinin kültür bitkilerine katılmasından beri Doğu Akdeniz bölgesinin en önemli geçim kaynaklarından birini oluşturmuştur. Zeytin yetiştirmek için yılda en az 400 mm yağış oranına ihtiyaç vardır, ideal olan yağış oranı ise yılda 600 mm’dir. Oysa Yakın Doğu’nun birçok yerinde ortalama yıllık yağış oranı 500 mm civarındadır. Geçimin kayda değer bir bölümünün zeytincilikten sağlandığı böyle yerlerde yağışın normalin altına düşmesi halinde dengelerin sarsılması işten bile değildir. Olayın bu boyutu özünde iklim değişikliklerinin bitki örtüsüne nasıl etki ettiğiyle ilgili. Gelişmiş insan topluluklarının bu gibi zorlukları kolayca atlatabileceği düşünülebilir. Ama sanılanın aksine insanlık uygarlık seviyesini yeni teknolojiler geliştirmek suretiyle artırarak doğaya daha fazla hâkim olmamıştır.
Pitolit: Birçok bitki türünün güç ve destek sisteminde önemli bir işleve sahip olan pitolitler de polen parçacıkları gibi anorganik maddelerden oluştukları için uzun jeolojik dönemler boyunca morfolojik özelliklerini kaybetmeden korunabiliyorlar. Yine polenler gibi bu parçacıklar da bitkilerin türlerine göre çeşitli şekillere sahip olduklarından hem doğal bitki örtülerini hem de duruma göre kültür bitkilerini temsil ediyorlar. (Fotograf: Dolores Piperno)
Tanınmış teorisyen Fagan’ın son kitaplarından biri olan Uzun Yaz: İklim Uygarlığı Nasıl Değiştirdi’de belirttiği gibi “[gelişmiş] bir toplum ticaret sayesinde zenginleşse bile, kamu kurumlarının sürdürülebilirliği ihtiyaçtan fazla yiyecek üretebilmesine bağlıdır. Bu da bol miktarda mahsul elde edilmesini, havaların iyi gitmesini ve çevreyle insan arasında geliştirilmiş uyumlu bir ilişkiyi gerektirir.” İnsanın kontrol edebildiği doğa şartlarının değişmez olduğunu varsayarak geliştirdiği yöntemler doğa şartları, zaman zaman insanın doğayı kötüye kullanması yüzünden, zaman zaman da tamamen dış etkenler nedeniyle değişikliğe uğradığında artık işe yaramamaya başlar.
Nüfus çoğalıp, kentleşme yaygınlaştıkça insan uygarlığının her an değişebilen iklim şartlarına karşı olan savunma gücü azalır. Yoğun nüfusun beslemesinin, yönetici ve ruhban sınıfın da hüküm sürmesinin sistematik ve intensiv tarım ve hayvancılığa dayandığı ilk devletler habersiz gelen kuraklık dönemlerinde özellikle zayıf düşmüşlerdir. İşte Geç Tunç Çağı’nın sonralarına doğru küresel ortalama hava sıcaklıkları düşmüş, Muson yağmurları bundan olumlu etkilenerek Mısır ve Güney Mezopotamya’ya daha fazla nem taşımışlardı. Bazı biliminsanları M.Ö. 1675-1600 yıları arasında büyük bir güçle patlayan Santorini Adası’ndaki Tera Dağı’nın da Miken Uygarlığı’nın çöküşünde rol oynadığı görüşünde. Gökyüzünün günlerce gri bulutlarla kaplanmasına yol açan büyük çaptaki volkanik patlamalar her seferinde izlerini hem derin okyanus korlarına hem de buzullara bırakıyorlar. Bu da bize volkanik patlamaların küresel iklim üzerinde baskın bir etki yaratabildiğini gösteriyor. Bu etki yerel bağlamda ilk etapta havanın ısınmasına yol açarken, patlamanın etkisiyle oluşan karbondioksit tabakası güneş ışınların gelmesini engelleyerek uzun vadede havaların soğumasına yol açıyor. O yüzden Tera patlamasının Miken Uygarlığı’nın ekonomik sistemini olumsuz etkilemiş olması da mümkün.
Hava sıcaklığının düşmesi İç Anadolu’nun yüksek ve yarı-kurak platosunu ve kuzeydoğusundaki step bölgeleri ise olumsuz etkilemişti. Buralarda başlayan kuraklık düşük mahsuller elde edilmesine yol açmış, nüfusun büyük kısmını kırsal hayata yönlendirmiş, hatta göçebeliğe zorlamıştır. İşte Deniz İnsanları da tarih sahnesine bu aşamada çıkmıştır. MÖ 1200’de gelen kuraklık Mısır’ı fazla etkilemiş olmasa da, bu kez de kuraklık ve açlık yüzünden başka memleketlerden akın akın göç edip Mısır’a gelen kabilelerle savaşmak zorunda kaldılar. Bütün Yakın Doğu bugün hâlâ nereden geldiklerini bilmediğimiz bu insanların akınlarından etkilendi. İç Anadolu’da yaşanan kuraklık da tarihe geçmiştir: Son Hitit İmparatoru M.Ö. 1190 civarında son Ugarit Kralı’na yazdığı bir mektupta aç halkını doyurmak için tahıl talebinde bulunmaktadır. Fakat Ugarit bu talebe karşılık veremeden düşmüştür.
Geç Tunç Çağı’nın sonuna rastlayan Troia Savaşı’nın sebebi de iklim değişikliklerin ateşlediği toplumsal hareketlere bağlanmalıdır. Bu durumda iklim değişikliklerinden direkt olarak etkilenen kıta Yunanistan’ındaki topluluklar, Kuzeybatı Anadolu’nun daha sulak ve dolayısıyla verimli topraklarına yayılma ihtiyacı duymuştur. Hayat damarları tarla ve sulama kanallarına bağlı olan uygarlıklar, avcı-toplayıcı ya da erken dönem tarımsal toplumlar gibi tası-tarağı toplayıp kültürlerini iklim değişikliklerinin etkilerinin daha az hissedildiği ya da nüfusun daha az olduğu başka coğrafyalara taşıyamadıklarından, nüfuslarını azaltma, yaşam tarzlarını ve kültürel öğelerini değiştirme yoluna gitmek zorunda kalmışlardır. Genel ve hızlı bir çöküş süreci ile beraber göçebe hayatın yeniden yaygınlaşması türün devamını sağlayan yöntemler olarak kullanılmışlardır aslında.
Şu andaki bilgi birikimimiz küresel iklimde yaşanan değişikliklerin uygarlık tarihindeki gelişmeleri açıklayabilecek önemli faktörler olarak göz önünde bulundurulmasının şart olduğunu bize açıkça gösteriyor. Ama bu değişikliklerin hangi bölgeleri nasıl etkilediğinin ve özellikle devlet seviyesinde organize olmuş toplumların bu dış faktörlerle başa çıkmak için nasıl tepki vermiş olabileceğinin uzun uzadıya ölçülüp biçilmesi de şart.
İşin arkeoloji tarafında göçebe toplumların gelenekleri ve hareketleri hakkında daha fazla bilgi edinmeye çalışmak iklim-uygarlık bağını anlamakta önemli ilerlemeler kaydetmemizi sağlayabilir.. Arkeozoolojik ve arkeobotanik örneklerin değerlendirilmesinin yanı sıra, polen, pitolit, salyangoz vb. gibi mikrobiyolojik kalıntıların da kazılar sırasında toplanmasına, sadece prehistorik kazılarda değil her döneme ait tabakalarda daha fazla ağırlık verilmesi gerekmektedir. Bunlar veri havuzumuzun genişlemesine dolayısıyla da yorumlarımızın daha sağlam temeller üzerine oturmasını sağlayacaktır. Friedrich Nietzsche’nin dediği gibi, “[çoğu zaman değerini bilmediğimiz] bu küçük şeyler –gıda, mekân, iklim, eğlence, bencilliğin bütün safsatası – şu ana kadar önemli saydığımız her şeyden çok daha inanılmaz ölçüde önemli” olabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder