27 Aralık 2005

Geçmişi Anlaşılır Kılmak

Yayın bilgileri:
Dinçer, B.,
 2003, “Geçmişi Anlaşılır Kılmak”, Aydınlık 828: 50.


Geçmişi Anlaşılır Kılmak
Berkay Dinçer
Bu yıl 25’incisi Ankara’da düzenlenen Uluslararası Kazı, Araştırma ve Arkeometri Sempozyumu’na, 200’den fazla bilimci bildirileriyle katıldı ve Türkiye’nin dört bir yanında yapılan bilimsel araştırmalarını meslektaşlarıyla ve öğrencilerle paylaştılar.

Sempozyum, pek az ülkenin düzenleyebileceği bir boyuttaydı; Türkiye’de yapılan bütün arkeolojik araştırmaları kapsıyordu... İzleyiciler, 15 milyon yıllık fil fosillerinden Osmanlı camilerine kadar, Anadolu’nun tüm tarihi gelişimine kanıtlarıyla tanıklık etme fırsatı buldular.

SEMPOZYUM’UN DİLİ TÜRKÇE

Sempozyum’a katılan bilimcilerin çoğu Avrupa, Amerika ve Asya kıtalarındaki onlarca ülkeden kalkıp Türkiye’ye gelmişlerdi. Onları buraya getiren, belki de bugünkü kültürel seviyemizin oluşmasında, dünyanın geri kalanına oranla biraz daha fazla öneme sahip bir coğrafyanın tarihini anlama isteğiydi.

Sempozyum’un genelde ortak bir dili vardı: Türkçe. Almanya’dan Klaus Schmidt gibi, henüz Türkçe’yi öğrenme aşamasında olan bazı arkeologlar -Türkiye’nin Eurovision yarışmasını İngilizce bir şarkıyla kazanmasından da biraz destek alsalar gerek- bildirilerini İngilizce de sundular. Ancak, yıllardır bu ülkenin toprağına terini katan onlarca “yabancı” arkeolog, bilimsel araştırmalarının sonuçlarını Türkçe konuşarak bu ülkenin insanlarıyla paylaşıyordu. Sempozyum’da verilen aralardan birinde, bir Alman ve bir İtalyan arkeologun birbirlerine hallerini Türkçe sormaları, bu ülkenin kültür tarihine ilgi duymanın yarattığı ortaklıkları göstermesi açısından ilginçti.

TÜRKİYE ÇOK AZ BİLİNİYOR

Tüm tarihçiler ve arkeologlar, Türkiye’nin kıtaları birleştiren konumundan dolayı, tarihin her döneminde çok önemli olduğunda hemfikirler. Fakat, her yıl Türkiye’de yapılan arkeolojik araştırmaların sayısı, Türkiye’den oldukça küçük ülkelerdekinden bile az. Örneğin Çek Cumhuriyeti’nde
bir yılda yapılan kazı sayısı 2 bin 500 civarındayken, Türkiye’de bu rakam en çok kazının olduğu yıllarda bile 500’ü geçmiyor.

Türk arkeolojisinin belki de kaçakçılık kadar önemli bir sorunu da, yapılmış ve yapılmakta olan barajlarla kültür tarihinin bir daha hiçbir şekilde geri getirilemeyecek şekilde tahrip edilmesidir. Barajların kapladığı alanların çok azı, arkeolojik açıdan araştırıldı. Baraj sularından geçmişi kurtarmaya çalışan pek çok arkeolog, Türkiye’de baraj ömürleri yaşanan yoğun erozyon yüzünden oldukça kısayken, birkaç onyıllık çıkar uğruna binlerce yıllık geçmişin sulara ve toprağa gömülmesine değip değmeyeceğini düşünmek gerektiğini belirtiyor... Hasankeyf, barajların tehdit ettiği geçmişin yalnızca bilinen bir örneği, daha bilinmeyen binlercesi var...

Geçmişi korumak, şüphesiz onu anlamaktan geçiyor. Onlarca yıldır artık gelenekselleşmiş olan Kazı Sonuçları Toplantısı, Türkiye’de geçmişin anlaşılması yönündeki en olumlu adımlardan biri. Ancak yine de bu sempozyumdan her yıl aynı sonuç çıkıyor: Hâlâ Türkiye’nin geçmişi yeterince bilinmiyor ve dolayısıyla geçmişi korumakta da yetersiz kalınıyor. Çünkü geçmişi bekçiler ve tel örgülerden çok, onun anlaşılması; halkın, kimliğine ondan bazı parçaları alması korur.

3400 Yıllık Baraj Yeniden Doluyor
Sempozyum’da sunulan bildirilerden en ilginci belki de, kazısı 1930lar’dan beri aralıklarla süren Alacahöyük’teki Hitit Barajı kazısıydı. Bu baraj, M.Ö. 1400 yıllarında Hitit krallığında yaşanan bir kuraklık sonucu Anadolu’nun değişik yerlerinde yapılan 11 barajdan bir tanesiydi.
Hitit krallığı, başkent Boğazköy’de büyük tahıl ambarlarına sahipti. Ancak uzun süren kuraklıkta bu ambarlar da krallığın halkını doyurmasına yetmedi ve Hitit krallığı Mısır’dan gemilerle buğday getirmek zorunda kaldı. Alacahöyük’teki baraj da bu kuraklık döneminde yapılmıştı.
Daha sonra, baraj, çevresinden gelen toprakla dolunca bugüne kadar işlevsiz bir şekilde kaldı. Türkiye gibi, arkeologların barajların yutmak istediği kültürel mirası kurtarmak için zamana karşı mücadele ettiği bir ülkede, arkeolojik bir barajın kazılması ilginç bir ikilemi ortaya çıkarıyor. Çünkü bu barajın kazısı bittiğinde, baraj tekrar suyla dolacak ve 3400 yıl önceki gibi, su köylülerin ihtiyacını karşılayacak. Dolayısıyla, arkeologlar kendi işlerini yaparken bir yandan da baraj “inşaatı”nda çalışmış oluyorlar.
Geçmişte kullanılan su sistemlerini anlamanın bugün için getirdiği yarara en güzel örnek bu baraj. Bu barajın kazılması bir yandan bilimsel sorulara yanıt bulunmasını sağlayacakken, bir yandan da bölgede yapılması gereken barajın maliyetini de iyice azaltacak.
Urartular ve Hititler gibi pek çok uygarlığın, Türkiye topraklarında günümüzden binlerce yıl önce barajlar yaptıkları biliniyor. Bu uygarlıkların su sistemlerini iyi anlamak, Alacahöyük’teki baraj örneğinde olduğu gibi, o barajların tekrar suyla dolmasını sağlayabilir.

Hiç yorum yok: