İnsanın Biyolojik Çeşitliliğine Antropolojik Bir Bakış: Deri Rengi Örneği*
Çok eski zamanlardan beri insan doğadaki diğer canlılarda olduğu gibi kendi türünde de mevcut olan çeşitliği fark etmiş ve kimi zaman bu çeşitliliği belirli özelliklerden yararlanarak sınıflandırma girişiminde bulunmuştur. Örneğin Mısır’da, farklı deri rengine sahip insan gruplarının tanrı Horus’a yakınlıkları bağlamında sınıflandırıldığını görmekteyiz (1,2). Bu sınıflandırmada, biyolojik bir özellik olan deri rengi ile inanç sistemi ile ilişkili bir kültürel değerin bir arada kullanılması, insanın sınıflandırılması yaklaşımı içinde önemli bir noktaya dikkat çekmektedir. İlk sınıflandırma girişimlerinden binlerce yıl sonra, bilimsel yöntemin yeşerdiği coğrafyada da bu geleneğin sürdüğü rahatlıkla söylenebilir. Örneğin 18. yüzyılda Carl Linnaeus insan gruplarını sınıflandırırken bu farklı insan grupları hakkında sadece fiziksel notlar almamış, aynı zamanda onların psikolojik durumlarıyla ilgili de, olasılıkla yaşadığı dönemin genel bakış açısını aktaran bir biçimde, bir takım bilgilere yer vermiştir. Çalışmasında, Sarı derili Asyalıları, kuralcı ve açgözlü; beyaz deri renkli Avrupalıları, zeki ve yaratıcı; Siyah deri renkli Afrikalıları, dikkatsiz ve tembel, kızıl derili Amerikalıları, inatçı ve özgür olarak nitelendirmiştir (3).
Bu anlamda, insan deri rengindeki çeşitlilik ile ilgili geleneksel bakış açılarının ve bilimsel bilginin üzerine oturduğu zeminin iyi anlaşılması gerektiği ve sonuçları insanlık açısından son derece vahim olaylara zemin hazırlamış bir tarihsel arkaplanı içinde barındırdığı unutulmamalıdır. Genelde ayrımcılığa, özelde ise ırkçılığa alet edilebilen bir olgunun güncel bilimsel bilgi birikimi açısından incelenmesinin bu nedenle herhangi bir tarihsel dönemde önemini yitirmeyeceği söylenebilir. Bu çalışmanın temel amacı da güncelliğini yitirme ihtimali zayıf olan bu konuda son yapılan araştırmalar çerçevesinde elde edilmiş bilgi birikiminin gözden geçirilmesidir.
Evrimsel bakış açısının biyolojide merkez eksene oturması ile genel anlamda biyolojik olguların değişimin-dönüşümün süreçsel bir parçası olarak ele alınması deri rengi üzerinde yürütülen çalışmaların sağlam bir zeminde yürütülmesini sağlamıştır. Örneğin Darwin, Linnaeus ve Blumenbach’ın yapmış oldukları tipolojik sınıflandırmalar yerine, insan populasyonlarındaki deri renginde görülen farklılıkların, elde sağlam kanıtlar olmamakla birlikte, eşeysel seçilimle ilişkili olduğunu ifade etmiştir (4,5). Konu ile ilgili farklı bilimsel varsayımlar daha çok 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya konulmaya başlamıştır. Bu dönem çalışmalarında insan deri rengi çeşitliliğinin çevresel değişkenlerle ilişkili olduğu ve genel olarak adaptasyonist bir çerçeve içerisinde ele alınmıştır.
Farklı insan gruplarında deri rengindeki farklılıklar; enlemsel etkiler ile, D vitamini üretimiyle, güneş ışığının deri kanserine veya yanıklara yol açması gibi güneşten gelen ışınların kötü etkileriyle; B vitamini fotolizi ile, çeşitli hastalıklardan ve parazitlerden korunmayla, soğuk iklimlerde karşı karşıya kalınan soğuk ısırmasıyla ve termoregülasyon ile ilişkili olarak ele alınmış ve açıklanmaya çalışılmıştır (6,7,8). Ancak bunların çoğu için üreme başarısının artırılması veya hayatta kalma bakımından sağladığı katkı açısından doyurucu bir açıklamaya ulaşılamadığı ifade edilmektedir (6). Bu nedenle çalışmada en son elde edilen sonuçların işaret ettiği yaklaşım aktarılmaktadır.
Diğer primatlarda olduğu gibi insanın yaşayan en yakın akrabaları şempanzeler incelendiğinde de dış görünüm olarak göze çarpan ilk şey kıllı bir vücuttur. Şempanze kılı çoğunlukla siyahtır ve belirli bölgeler hariç vücudun tamamına yayılmıştır. Şempanzelerin kıllarının siyah olmasına karşın vücutlarının daha az pigmentli ve açık deri renkli olduğu gösterilmiştir (9,10). Hominidlerin erken türlerinin de şempanzelere benzer olarak az pigmentli ve açık deri rengine sahip oldukları düşünülmektedir (6). Vücudun kıllarla kaplı olması önemlidir çünkü bu yapılanma aynı zamanda derinin çevresel değişkenlerle ilişkisinde bir ara tabaka işlevi görmektedir. Bu da, bir özellik olarak derinin evrimsel süreçler içindeki değişimini doğrudan etkileyen bir durumdur. İnsanda ise yaşayan yakın akrabalarından farklı olarak kılların evrimsel süreç içinde gözle görünür ölçüde yitirildiği dikkat çekmektedir.
İklimsel dalgalanmaların gerçekleştiği ve ciddi bir kuraklık dönemlerinin yaşandığı pleistosen dönemi başlarından sonra vücudu sıcak stresine uyumlu bir biçime sahip Homo erectus’un (Homo ergaster) fosil kayıtlarda kendini göstermesi, bu grubun termoregülasyonla ilişkili bir takım seçilim süreçleri yaşadığına işaret etmektedir (11,12). Bu sürecin sonuçlarından birinin de kılların yitirilmesi olduğu düşünülmektedir. Konu ile ilgili yapılan diğer çalışmalarda da kılsızlığın erken Homo türlerinde en azından bir milyon yıl öncesinde ortaya çıktığına işaret edilmekte, insan ve şempanze genomlarının karşılaştırmasında anlamlı farklılıklar gösteren bölgelerden bir kısmının deri özelliklerinin kodlandığı bölgeler olduğuna dikkat çekilmektedir (12,13).
Erken Homo türlerinde yaşanılan ekolojik yerlerin savana tipi açık alanlar olması (14), besin ve suya ulaşmak için gün içinde aktif bir yaşam sürmeyi gerekli kılmıştır. Bu süreç içinde ise kılsız bir vücut ile gün ışığına maruz kalmak ise farklı bir stresle yüz yüze kalınmasına neden olmuştur: Güneş radyasyonu. Bilindiği gibi ultraviyole ışınları gerek doğrudan kalıtsal materyalin yapısında gerekse önemli bileşiklerin bozunmasına neden olmaktadır. Bu bileşiklerden biri de folik asit veya vücuttaki haliyle folattır. Folat, vücutta birçok işlevin gerçekleşmesinde gereklidir (15). Bu işlevler arasında, DNA’nın sentezi, tamiri, ifadesi dolayısıyla hücre bölünmesi bulunmaktadır. Ayrıca melanin metabolizmasında da folatın etkili olduğu bildirilmektedir (8,16). Daha yaygın olarak bilinen bilgi, folatın eksikliğinde megaloblastik aneminin ortaya çıkmasıdır. Fakat yapılan çalışmalar folat eksikliğinin spermatogenezisi olumsuz etkilediğine ve embriyo gelişiminde nöral tüp kusurlarına neden olduğuna işaret etmektedir (6). Folat, uzun dalgaboylu UV (UVA) tarafından parçalanır ve aynı zamanda UV nedenli ortaya çıkan reaktif oksijen türleri nedeniyle de bozunmaya uğrar (8,16). UVA ışınlarının bu etkileri birçok örnekte gösterilmiş olup, diğer dalgaboyları gibi UVAnın bu olumsuz etkisine karşı melanin bir kalkan oluşturmaktadır. Koyu derili insanlarda gerek folat eksikliğinin gerekse nöral tüp kusurlarının açık deri renkli insanlardakine göre çok daha düşük düzeylerde olduğu bilinmektedir (6). Araştırmacılar bu önemli etkilerini göz önünde bulundurarak folatın vücuttaki eksikliği ile koyu renk derinin evrimleşmesi arasında bir ilişki olduğunu, folatın fotolizinin önlenebilmesinin bir koşulu olarak koyu renk deriye yol açan evrimsel süreçlerin gerçekleştiğini ifade etmektedir (6).
Diğer çalışmalar da güneş ışınların olumsuz etkisinin bertaraf edilmesinde en önemli kalkanın melanin pigmenti olduğunu göstermiştir. Melanin pigmenti, zararlı güneş ışınlarını absorblayarak, yayarak, yansıtarak ve aynı zamanda güneş ışınlarının etkisiyle ortaya çıkabilecek serbest radikalleri nötralize ederek bu işlevi yürütür (8,17). İnsan evriminde ise özellikle kılsızlığın ortaya çıkmasından sonra melanin pigmentinin yoğunluğunu artıracak şekilde bir seçilimin gerçekleştiği önerilmektedir (13). İnsan deri rengini kontrol eden genler veya lokuslar üzerine yapılan genetik çalışmalar, koyu deri rengi ile ilgili önemli genlerden MC1R’nin Afrika kökenli populasyonlarında ciddi bir varyasyon göstermezken Afrika dışı populasyonlarda bu genin varyantlarının çeşitliliğe önemli bir katkı sunduğunu göstermektedir (8,18). Bu durum da pigmentasyonun korunmasının önemini göstermekte ve koyu deri renginin bir pozitif seçilim etkisi altında geliştiği tezini desteklemektedir.
Diğer yandan, Homo sapiens’in atasal populasyonlarının kuzey enlemlere doğru ilerlemesi onların farklı çevresel değişkenlerle biyolojik anlamda yeniden sınanmasına yol açmıştır (Resim 1). Olasılıkla son 100-60 binyıl aralığında gerçekleşen bu kolonizasyon sürecinde koyu renk derinin oluşmasına neden olan ekolojik şartların da değişmeye başlamıştır (19). Çünkü Ekvator bölgesinden kuzey enlemlere doğru gidildiğinde ultraviyole ışınlarının etkisi farklı dalgaboyları açısından değişikliğe uğramaktadır. Özellikle daha uzun dalgaboyuna sahip UVA dünyanın yörüngesi ve orbital değişimlerinden fazla etkilenmezken, daha yüksek enerjili olan orta dalgaboyuna sahip UVB’nin atmosferin dış katmanlarında daha fazla tutulur ve orbital değişimler nedeniyle etkisinin giderek azalır.
UVB diğer dalgaboylarından farklı olarak Vitamin D üretimini sağlayan gerekli ve önemli bir ultraviyole türüdür. Genel anlamda insan deri renginde on bin yıllar içinde ortaya çıkan diğer önemli değişikliğin de UVB etkinliğinin azalması ile ilişkili olduğu kabul edilmektedir (8). Vitamin D, hormon benzeri bir yapıda olup yaşamsal öneme sahip bir bileşiktir. Kalsiyum-fosfat dengesinin sürdürülebilmesindeki rolü ile bu vitamin, hem büyüme ve gelişme çağında iskelet sisteminin düzgün bir şekilde oluşumunda hem de genç erişkinlik ve erişkinlik zamanlarında ostomalazik sendromların engellenebilmesinde önemlidir. Son 30 yıllık çalışmalar bu vitaminin etkilerinin sadece kalsiyum fosfat dengesiyle ilişkili olmadığını, aynı zamanda bağışıklık sisteminin kurulmasında ve etkililiğinde de önemli roller üstlendiğini göstermiştir (20,21). Ayrıca, özelikle D vitamininin eksikliği olan bireylerde rahim kanalının daralmasının (pelvic outlet) olumsuz etkileri (zor doğum gibi) üreme başarısını ve hayatta kalmayı doğrudan etkiler görünmektedir (8).
Yakın zamanlı yapılan çalışmalar insan populasyonlarındaki deri rengi çeşitliliği hakkında önemli niceliksel sonuçları gündeme getirmiştir. Araştırmacılar deri rengi ile ultraviyole ışınları arasındaki ilişkiyi belirlemek için yaptıkları önemli çalışmada, yeryüzüne ulaşan güneş ışınları ile ilgili verileri NASA uydusundan alıp bu değerler ile dünya üzerinde açık renk derili insanlarda vitamin D üretiminin farklı ölçülerde sağlanabileceği üç bölge tanımladılar (6) (Resim 2). Birinci bölge yaklaşık olarak oğlak ve yengeç dönencelerinin arasına yerleştirilmiştir. Bu bölgede açık renk derili insanlar için D vitamini üretimini sağlayacak UVB yıl boyunca yeterli düzeydedir. İkinci bölge kuzey yarı kürenin yaşanabilen önemli alanlarını kapsamaktadır ve açık derili insanlar için yılın en az bir ayı D vitamini sentezi için yeterli olmayan UVB miktarına karşılık gelmektedir. Farklı araştırmacıların yaptığı çalışmalar da bu yönde sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Örneğin 42 derece kuzey enleminde yer alan Boston’da Kasım ve Şubat ayları arasında derinin D vitamini üretmediğini saptamıştır (22). Üçüncü bölgede ise yaklaşık 50 dereceden yüksek enlemleri kapsar ve açık deri rengine sahip insanlar için neredeyse tüm yıl yeterli olmayan UVB seviyelerine sahiptir (6,8). Daha sonra bu üç bölge için tahmini deri reflektansı verileri üretildi. Karşılaştırma sonucunda, üretilen veriler ile yeryüzünün çeşitli bölgelerinde yaşayan insanlardan elde edilen gerçek deri reflektansı verilerinin çok yüksek oranda örtüştüğü belirlenmiştir (6). İncelemeler aynı zamanda, diğer değişkenlerden farklı olarak ultraviyole ışınlarının yeryüzüne ulaşma miktarı ile insan populasyonlarının (yakın zamanlı göç hareketleri dışarıda bırakıldığında) modellenebildiğini de göstermiştir (7).
Özetlemek gerekirse, Homo sapiens’in atasal populasyonlarının Afrika kıtasından uzaklaştıkça farklı ekolojik şartlar ile karşılaştıkları, doğal seçilimin etkisi altında, özellikle daha kuzey enlemlerin kolonizasyonu sırasında D vitamini üretimi ile ilgili bir seçilimsel baskı ile yüz yüze kaldıkları, bunun sonucunda ise kuzey enlemlere yerleşen populasyonlarda açık renk deriye yönelen bir evrimsel dönüşüm ortaya çıktığı söylenebilir.
Deri rengi üzerine yapılan çalışmalar memelilerde birçok genin, gen grubunun fenotipi etkilediğini, dolayısıyla deri rengi oluşumunun poligenik olduğunu göstermiştir (23). Örneğin fareler üzerine yapılan çalışmalarda pigmentasyon ile ilişkili 130’a yakın gen belirlenmiş, bu genlerden 70’e yakınının ise insanlarda homoloğu olduğu belirlenmiştir (24). Pigmentasyon ile ilgili genler melanogenezisi etkileyen basamaklardaki biyomoleküllerin oluşumu ve fonksiyonlarını etkiler. Örneğin, TYR tirozinden melanin sentezinin gerçekleşmesini sağlayan tirozinaz enziminin üretimiyle ilişkili, MC1R eumelanin, ASIP ise pheomelanin üretimi ile ilişkilidir (25). Avrupalılar üzerine yapılan bir çalışmada MC1R ile ilişkili 30’dan fazla mutasyonun kahverengi-siyah eumelanin yerine kızıl-yeşil pheomelanin üretimine neden olduğu bilgisine yer verilmiştir (24)
İnsan deri rengindeki populasyonlar arası farklılığın-varyasyonların, genel insan genetik çeşitliliğinden farklı olarak, çok büyük bir kısmının coğrafi gruplar arasında bulunduğu ifade edilmektedir (5). Coğrafi gruplar arasında ortaya çıkan bu çeşitliliğin Homo sapiens’in Avrasya’yı kolonizasyonu sırasında gerçekleşen tek yönlü bir değişimin ürünü olarak geliştiği düşünülebilir. Bununla beraber, yapılan çalışmalar farklı gen bölgelerinde oluşan mutasyonların mevcut olduğuna işaret etmektedir. Örneğin, Norton vd.’nin (2007) araştırmalarında bazı genlerin (ASIP ve OCA2) açık ve koyu renk derinin belirlenmesinde dünya çapında etkisi olduğu; SLC24A5, MATP ve TYR’deki polimorfimzlerin Avrupalılarda açık renk deri renginin belirlenmesinde baskın rolü üstlendiği ancak Asyalılarda bunların etkili olmadığı, Asyalılarda farklı genlerin (ADAM17 ve ATRN) bunlarla karşılaştırılabilir olduğu ifade edilmektedir (25). Buradan hareketle, insan evriminde koyudan açık renge doğru deri rengindeki değişimin, birbirinden bağımsız olarak, birden fazla kez ortaya çıkan bir durum olduğu belirtilmektedir (16). Buna ek olarak Monti Lesni (İtalya) ve El Sidron’dan (İspanya) ele geçen Neandertal genleri üzerine yapılan başka bir çalışmada MC1R geni üzerine bir inceleme yapılmış ve insanlarda saptanmayan bir mutasyonun varlığı saptanmıştır (bu mutasyon da MC1R etkinliğinde bir indirgenmeye yol açıyor) (26). Araştırmacılar buradan hareketle deri rengindeki değişimin açık renk derinin Neandertalerde de bağımsız olarak evrimleştiğini öne sürmüştür (26).
İnsanın evrimsel gelişimi esnasında doğal koşullar altında deri renginde gerçekleşen değişimler günümüz birikimiyle yakın zamanda daha da netli kazanacak görünmektedir. Bununla beraber, bu çeşitliliğin bilimsel bağlamda çeşitli anlamlar yüklenerek ele alınması da konunun önemli bir diğer yönünü oluşturmaktadır.
Antropoloji, insanın kültürel ve biyolojik çeşitliliğini geçmişten günümüze birçok farklı yönüyle inceler. İncelenen çeşitlilik içinde insan gruplarında büyüme ve gelişme, göz ve saç rengi ve biçimi, kan grupları, çeşitli hastalıklar, ve yine çeşitli hastalıklarla ilişkili veya doğrudan olmak üzere genler sayılabilir (27). Deri rengi geçmişte ve günümüzde bu inceleme alanlarından birini oluşturur. Karakterin insan gruplarında en göze çarpan özelliklerden biri olması, özellikle bu bilim dalının gelişmeye başladığı ilk zamanlarda tipolojik bakış açısının yaygın olmasının etkisiyle, onun sınıflandırma çalışmalarında (ırklar veya alttürler olarak) kullanılmasına yol açmıştır. Bununla beraber, 20. yüzyılın başlarına gelindiğinde insan toplumlarının temel biyolojik sınıflandırma içinde ırklar biçiminde sınıflandırılmasındaki zorluklara dikkat çeken yine antropologlar ve biyologlar olmuştur (27). Ek olarak, Kültür üzerine yürütülen antropolojik çalışmalar da insan kültürel çeşitliğinin ve kültürlerinin biyolojik yaklaşımlarla açıklanamayacağını, ırk ve ırksal açıklama ile kültürel olguların bağdaşmayacak niteliklere sahip olduğunu göstermiştir (28). Irk kavramının bilimsel bir statüde ele alınmasının ve insan toplumlarına uygulanmasının önündeki zorluklara işaret eden bilimcilerin öne sürdükleri düşünceler arasında, başta ırk teriminin tanımı üzerinde bilimciler arasında bir uzlaşının olmaması, ek olarak, insan gruplarının belirli coğrafi bölgelerde benzerlik göstermekle birlikte homojen bir yapıya sahip olmaması, bir takım kültürel özelliklerin de ırk sınıflamalarında kullanılması, ırk adı altında incelenilen insan gruplarında ırkın tespit edilmesinde kullanılan karakterlerin farklılıklar arz etmesi, dolayısıyla farklı sınıflandırmaların birbiriyle açık çelişkiler sergilemesi ve ırkların sayısının dahi farklı bilimciler arasında ihtilaf meselesi olması sayılabilir (2,27,28). Kısa bir örnek vermek gerekirse, temel sınıflandırma içinde insan grupları başlıca Avrupalı, Asyalı ve Afrikalılar olarak doğal ırk grupları halinde sınıflandırıldığında Avustralya Aborjinleri deri rengi bakımından Afrikalılar içinde yer alırken, saç biçimi/yapısı düz ve dalgalı olması nedeniyle bakımından aynı grubun içine girmemektedir (2,29).
Bu tartışmalar ışığında ve diğer tarihsel olayların etkisiyle (örneğin 2.Dünya Savaşı ve ABD’deki öjeni uygulamaları), 1950’lerden itibaren farklı bir bakışın Antropoloji’de benimsenmeye başladığı görülür. Yeni Fiziki Antropoloji yaklaşımıyla, inceleme konusu olan insana evrimsel bir perspektiften bakmaya başlanmış, insan gruplarını belirli görünür ve görünür olmayan özellikleri açısından farklılaştırarak sınıflandırmak yerine insanın adaptasyonuna ve insan çeşitliliği üzerine yoğunlaşılmıştır (27,28). Deri rengi ile ilişkili olarak konuya bakıldığında, artık antropolojide bu görünür özelliğin insan çeşitliliğinin önemli bir parçası olduğu, özelliğin insan gruplarını “ırklar” halinde sınıflandırmada kullanmaktan ziyade, ortaya çıkışı ve farklı populasyonlardaki dağılımının mutasyonlar, doğal seçilim, göçler ve benzeri süreçlerle nedensel bağlamlarda açıklanabildiği ve insan çeşitliliğinin klinel bir bazda ele alınarak konuya yaklaşıldığı söylenebilir (8). Yaşayan insan grupları tek bir türe mensuptur, bunları alttürler veya ırklar halinde gruplama çalışmaları bilimselliği sağlam gerekçelerle sorgulanan ve terk edilmeye yüz tutmuş yaklaşımlardır (29). Deri rengi, gerek coğrafi bölgeler arasında gerekse büyük veya küçük lokal populasyonlar içinde çeşitlilik gösterir. Coğrafi insan gruplarında deri rengi değişmez tek tip halde olan bir özellik değildir, koyudan açık olana doğru bir dizi içinde kesintisiz devam eder (29) (Resim 3). Bu bağlamda, deri rengi ile “belirlenmiş” ırkların ne tarz bir yaklaşımla birbirlerinden ayrıldığı sorusunun yanıtı anlaşılabilir olmaktan uzaktır.
İnsan deri rengi çevresel değişiklere doğal seçilim yoluyla uyarlanmanın sonucunda ortaya çıkmış bir görünür özelliktir. İnsan evriminde taş alet yapımı ve buna eşlik eden beslenme stratejisindeki değişim, kılların yitirilmesi ve vücut biçiminde gerçekleşen değişim, ultraviyole ışınlarının yeryüzünün farklı enlemlerinde farklı etkinlik seviyeleri sergilemesi başlıca etkenler olmak üzere nem miktarı gibi birçok ekolojik koşul günümüz insan deri rengi çeşitliliğini etkilemektedir. Araştırmacılar, bu evrimsel sürecin D vitamini biyosentezi ve Folat’ın fotolizi ile ilişkili bir temelde gerçekleştiğini ifade etmektedir. Yapılan genetik çalışmalar, deri renginin biçimlenişinin birden fazla genin etkisiyle ilişkili olduğunu, insan deri rengi çeşitliliğinin oluşumunu etkileyen genlerin değişik coğrafi populasyonlarda kökensel olarak farklı mutasyonlar sonucunda oluştuğuna işaret etmektedir. Coğrafi insan populasyonlarının “ırklar” halinde sınıflandırılma yaklaşımı yerine populasyon temelli olarak veya belirli karakterler bağlamında insan çeşitliliğinin incelenmesi bilimin insanın geçmişini, bugününü ve geleceğini biyokültürel bağlamında anlamak ve açıklamak için kullandığı çağdaş bakış açısını oluşturmaktadır.
(1)Aydın, S. Ve Erdal, Y.S. (2007). Antropoloji, Handan Üstündağ Aydın (Ed.), Anadolu Üniversitesi Yayını No:1261, Eskişehir
(2)Özbek, M. İnsan ve Irk. Remzi Kitabevi, İstanbul, 1979
(3)Marks, J. “Bilimsel Irkçılığın Tarihi” Encyclopedia of Race and Racism, Ed. Moore J.H., Thomson&Gale, New York, 2008, Volume 3, s.1-16
(4)Darwin, C., (1977). Seksüel Seçme, Çeviri: Öner Ünalan, Onur Yayınları, Ankara
(5)McEvoy,B., Beleza, S. ve Shriver, M.D. (2006) “The Genetic architecture of normal variation in human pigmentation: an evolutionary perspective and model”, Human Molecular Genetics, Vol.15, Rewiew Issue No.2: R176-181
(6)Jablonski ve Chaplin, G. (2000) “The evolution of human skin coloration”, Journal of Human Evolution, 39 : 57-106
(7)Chaplin, G. (2004). Geographic distribution of environmental factors influencing human skin coloration, American Journal of Physical Anthropology 125:292-302
(8)Jablonski, N.G. (2004) “The evolution of human skin and skin color” Annual Review of Anthropology 33:585-623
(9)Post, P.W., Szabo, G ve Keeling, M.E. (1975) “A quantitatve and morphological study of the pigmentary system of the chimpanzee with the light and electron microscope. American Journal of Physical Anthropology 43: 435-444
(10)Montagna, W. (1972). “The Skin of nonhuman Primates”, American Zoologist, Vol 12 No 1(Feb 1972):109-124
(11)Potts, R. (1998). “Environmental hypothesis of human evolution” Yearbook of physical Anthropology 41:93-136
(12)Jablonski, N.G. (2010) “The naked truth: Why humans have no fur?” Scientific American, January
(13)Rogers, A.R., Iltıs, D. ve Wooding, S. (2004). “Genetic variation at the MC1R locus and the time since loss of human body hair”, Current Anthropology Vol 45, No 1, 105-108.
(14)Cela-Conde, C. ve Ayala, F.J. (2007). Human Evolution,Trails from the past .Oxford University Press, Oxford
(15)Baysal, A. (2002). Genel Beslenme (11. basım). Hatipoğlu Basım ve Yayım San. Tic. Ltd. Şti., Ankara
(16)Jablonski ve Chaplin, G. (2010) “Human skin pigmentation as an adaptation to UV radiation” PNAS, May 11 vol107, suppl.2: 8962-8968
(17)Jablonski, N.G. (2010) “Skin Coloration”, Chapter 12, Human Evolutionary Biology, M.P. Muehlehbein (Ed.), Cambridge University Press,Cambridge,s.192-213
(18)Abdel-Malek, A. ve Kadekaro, A.L..(2006)”Human pigmentation: Its regulation by ultraviolet light and by endocrine, paracrine, and autocrinefactors” in Pigmentary System: Physiology and Pathophysiology, Edited by J.J. Nordlund, R.E. Boissy, V.J. Hearing, R.A. King, W.S. Oetting ve J. Ortonne, Blackwell Publishing, Second Edition, Massachusets. (s.410-420).
(19)Stanford, C., Allen, J.S. ve Anton, S.C. (2012). Biological Anthropology, The natural history of humankind. 3rd Edition, Pearson, Boston.
(20)Adams, J.S. ve M. Hewison. (2008). “Unexpected actions of vitamin D: New perspectives od regulation of innate and adaptive immunity” Nature Clinical Practice Endocrinology & Metabolism February;4(2):80-90
(21)Arnson, Y., H. Amital ve Y. Shoenfeld. (2007). “Vitamin D and autoimmunity: New aetiological and thrapeutic considerations” Annals of Rheumatic Diseases 66: 1137-1142
(22)Webb AR, Kline L and Holick MF (1988). Influence of season and latitude on cutaneous synthesis of vitamin D: exposure to winter sunlight in Boston and Edminton will not promote vitamin D synthesis in human skin. J Clin Endocrinol Metab; 67:373-378
(23)Sturm, R.A., (2009) “Molecular Geetics of Human Pigmentation Diversity; Human Molecular Genetics” Vol 18, Iss. 1:R9-R17
(24)Sulem,P., Gudbjartsson, D.F., Stacey, S.N., Helgason, A., Rafnar, T., Magnusson, K.P. vd, (2007). “Genetic determinants of hair, eye and skin pigmentations in Europeans”, Nature Genetics, Vol 39, Number 12, Dec.
(25)Norton, H.L., Kittles, R.A., Parra, E., McKeigue, P., Xianyun, M. vd. (2007) “Genetic evidence fort he convergent evolution of light skin in Europeans and East Asians” Mol. Biol. Evol. 24 (3):710-722
(26)Lalueza-Fox, C., Römpler, H., Caramelli, D., Staubert, C., Catalano, G., Hughes, D., vd (2007). “A melanocortin 1 receptor allele suggest varying pigmentation among Neanderthals” Science 318: 1453-1455
(27)Mielke, J.H., Konigsberg,L.W. ve Relethford, J.H. (2006). Human Biological Variation. Oxford University Press
(28)Caspari, R. (2010). Deconstructing race: Racial thinking, geographic variation and implications for biological anthropology. A Companion to Biological Anthropology, C.S. Larsen (Ed) Chapter 6, Wiley-Blackwell, Singapore,s.104-123.
(29)Relethfort, J.H. (2010). The Human Species, an Introduction to Biological Anthropology, McGraw Hill, 8. Baskı, New York
*Bu çalışma H.Ü. Biyoloji Topluluğu tarafından düzenlenen 2. Evrimsel Biyoloji Öğrenci Kongresi’nde poster bildiri olarak sunulmuştur. Aynı zamanda Bilim ve Gelecek dergisinin 100. Sayısında yayınlanmıştır.
**Hacettepe Üniversitesi, Antropoloji Bölümü, Araştırma Görevlisi
Ali Metin Büyükkarakaya**
Çok eski zamanlardan beri insan doğadaki diğer canlılarda olduğu gibi kendi türünde de mevcut olan çeşitliği fark etmiş ve kimi zaman bu çeşitliliği belirli özelliklerden yararlanarak sınıflandırma girişiminde bulunmuştur. Örneğin Mısır’da, farklı deri rengine sahip insan gruplarının tanrı Horus’a yakınlıkları bağlamında sınıflandırıldığını görmekteyiz (1,2). Bu sınıflandırmada, biyolojik bir özellik olan deri rengi ile inanç sistemi ile ilişkili bir kültürel değerin bir arada kullanılması, insanın sınıflandırılması yaklaşımı içinde önemli bir noktaya dikkat çekmektedir. İlk sınıflandırma girişimlerinden binlerce yıl sonra, bilimsel yöntemin yeşerdiği coğrafyada da bu geleneğin sürdüğü rahatlıkla söylenebilir. Örneğin 18. yüzyılda Carl Linnaeus insan gruplarını sınıflandırırken bu farklı insan grupları hakkında sadece fiziksel notlar almamış, aynı zamanda onların psikolojik durumlarıyla ilgili de, olasılıkla yaşadığı dönemin genel bakış açısını aktaran bir biçimde, bir takım bilgilere yer vermiştir. Çalışmasında, Sarı derili Asyalıları, kuralcı ve açgözlü; beyaz deri renkli Avrupalıları, zeki ve yaratıcı; Siyah deri renkli Afrikalıları, dikkatsiz ve tembel, kızıl derili Amerikalıları, inatçı ve özgür olarak nitelendirmiştir (3).
Bu anlamda, insan deri rengindeki çeşitlilik ile ilgili geleneksel bakış açılarının ve bilimsel bilginin üzerine oturduğu zeminin iyi anlaşılması gerektiği ve sonuçları insanlık açısından son derece vahim olaylara zemin hazırlamış bir tarihsel arkaplanı içinde barındırdığı unutulmamalıdır. Genelde ayrımcılığa, özelde ise ırkçılığa alet edilebilen bir olgunun güncel bilimsel bilgi birikimi açısından incelenmesinin bu nedenle herhangi bir tarihsel dönemde önemini yitirmeyeceği söylenebilir. Bu çalışmanın temel amacı da güncelliğini yitirme ihtimali zayıf olan bu konuda son yapılan araştırmalar çerçevesinde elde edilmiş bilgi birikiminin gözden geçirilmesidir.
Evrimsel bakış açısının biyolojide merkez eksene oturması ile genel anlamda biyolojik olguların değişimin-dönüşümün süreçsel bir parçası olarak ele alınması deri rengi üzerinde yürütülen çalışmaların sağlam bir zeminde yürütülmesini sağlamıştır. Örneğin Darwin, Linnaeus ve Blumenbach’ın yapmış oldukları tipolojik sınıflandırmalar yerine, insan populasyonlarındaki deri renginde görülen farklılıkların, elde sağlam kanıtlar olmamakla birlikte, eşeysel seçilimle ilişkili olduğunu ifade etmiştir (4,5). Konu ile ilgili farklı bilimsel varsayımlar daha çok 20. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren ortaya konulmaya başlamıştır. Bu dönem çalışmalarında insan deri rengi çeşitliliğinin çevresel değişkenlerle ilişkili olduğu ve genel olarak adaptasyonist bir çerçeve içerisinde ele alınmıştır.
Farklı insan gruplarında deri rengindeki farklılıklar; enlemsel etkiler ile, D vitamini üretimiyle, güneş ışığının deri kanserine veya yanıklara yol açması gibi güneşten gelen ışınların kötü etkileriyle; B vitamini fotolizi ile, çeşitli hastalıklardan ve parazitlerden korunmayla, soğuk iklimlerde karşı karşıya kalınan soğuk ısırmasıyla ve termoregülasyon ile ilişkili olarak ele alınmış ve açıklanmaya çalışılmıştır (6,7,8). Ancak bunların çoğu için üreme başarısının artırılması veya hayatta kalma bakımından sağladığı katkı açısından doyurucu bir açıklamaya ulaşılamadığı ifade edilmektedir (6). Bu nedenle çalışmada en son elde edilen sonuçların işaret ettiği yaklaşım aktarılmaktadır.
Homo cinsinde deri renginin evrimi
Diğer primatlarda olduğu gibi insanın yaşayan en yakın akrabaları şempanzeler incelendiğinde de dış görünüm olarak göze çarpan ilk şey kıllı bir vücuttur. Şempanze kılı çoğunlukla siyahtır ve belirli bölgeler hariç vücudun tamamına yayılmıştır. Şempanzelerin kıllarının siyah olmasına karşın vücutlarının daha az pigmentli ve açık deri renkli olduğu gösterilmiştir (9,10). Hominidlerin erken türlerinin de şempanzelere benzer olarak az pigmentli ve açık deri rengine sahip oldukları düşünülmektedir (6). Vücudun kıllarla kaplı olması önemlidir çünkü bu yapılanma aynı zamanda derinin çevresel değişkenlerle ilişkisinde bir ara tabaka işlevi görmektedir. Bu da, bir özellik olarak derinin evrimsel süreçler içindeki değişimini doğrudan etkileyen bir durumdur. İnsanda ise yaşayan yakın akrabalarından farklı olarak kılların evrimsel süreç içinde gözle görünür ölçüde yitirildiği dikkat çekmektedir.
İklimsel dalgalanmaların gerçekleştiği ve ciddi bir kuraklık dönemlerinin yaşandığı pleistosen dönemi başlarından sonra vücudu sıcak stresine uyumlu bir biçime sahip Homo erectus’un (Homo ergaster) fosil kayıtlarda kendini göstermesi, bu grubun termoregülasyonla ilişkili bir takım seçilim süreçleri yaşadığına işaret etmektedir (11,12). Bu sürecin sonuçlarından birinin de kılların yitirilmesi olduğu düşünülmektedir. Konu ile ilgili yapılan diğer çalışmalarda da kılsızlığın erken Homo türlerinde en azından bir milyon yıl öncesinde ortaya çıktığına işaret edilmekte, insan ve şempanze genomlarının karşılaştırmasında anlamlı farklılıklar gösteren bölgelerden bir kısmının deri özelliklerinin kodlandığı bölgeler olduğuna dikkat çekilmektedir (12,13).
Erken Homo türlerinde yaşanılan ekolojik yerlerin savana tipi açık alanlar olması (14), besin ve suya ulaşmak için gün içinde aktif bir yaşam sürmeyi gerekli kılmıştır. Bu süreç içinde ise kılsız bir vücut ile gün ışığına maruz kalmak ise farklı bir stresle yüz yüze kalınmasına neden olmuştur: Güneş radyasyonu. Bilindiği gibi ultraviyole ışınları gerek doğrudan kalıtsal materyalin yapısında gerekse önemli bileşiklerin bozunmasına neden olmaktadır. Bu bileşiklerden biri de folik asit veya vücuttaki haliyle folattır. Folat, vücutta birçok işlevin gerçekleşmesinde gereklidir (15). Bu işlevler arasında, DNA’nın sentezi, tamiri, ifadesi dolayısıyla hücre bölünmesi bulunmaktadır. Ayrıca melanin metabolizmasında da folatın etkili olduğu bildirilmektedir (8,16). Daha yaygın olarak bilinen bilgi, folatın eksikliğinde megaloblastik aneminin ortaya çıkmasıdır. Fakat yapılan çalışmalar folat eksikliğinin spermatogenezisi olumsuz etkilediğine ve embriyo gelişiminde nöral tüp kusurlarına neden olduğuna işaret etmektedir (6). Folat, uzun dalgaboylu UV (UVA) tarafından parçalanır ve aynı zamanda UV nedenli ortaya çıkan reaktif oksijen türleri nedeniyle de bozunmaya uğrar (8,16). UVA ışınlarının bu etkileri birçok örnekte gösterilmiş olup, diğer dalgaboyları gibi UVAnın bu olumsuz etkisine karşı melanin bir kalkan oluşturmaktadır. Koyu derili insanlarda gerek folat eksikliğinin gerekse nöral tüp kusurlarının açık deri renkli insanlardakine göre çok daha düşük düzeylerde olduğu bilinmektedir (6). Araştırmacılar bu önemli etkilerini göz önünde bulundurarak folatın vücuttaki eksikliği ile koyu renk derinin evrimleşmesi arasında bir ilişki olduğunu, folatın fotolizinin önlenebilmesinin bir koşulu olarak koyu renk deriye yol açan evrimsel süreçlerin gerçekleştiğini ifade etmektedir (6).
Diğer çalışmalar da güneş ışınların olumsuz etkisinin bertaraf edilmesinde en önemli kalkanın melanin pigmenti olduğunu göstermiştir. Melanin pigmenti, zararlı güneş ışınlarını absorblayarak, yayarak, yansıtarak ve aynı zamanda güneş ışınlarının etkisiyle ortaya çıkabilecek serbest radikalleri nötralize ederek bu işlevi yürütür (8,17). İnsan evriminde ise özellikle kılsızlığın ortaya çıkmasından sonra melanin pigmentinin yoğunluğunu artıracak şekilde bir seçilimin gerçekleştiği önerilmektedir (13). İnsan deri rengini kontrol eden genler veya lokuslar üzerine yapılan genetik çalışmalar, koyu deri rengi ile ilgili önemli genlerden MC1R’nin Afrika kökenli populasyonlarında ciddi bir varyasyon göstermezken Afrika dışı populasyonlarda bu genin varyantlarının çeşitliliğe önemli bir katkı sunduğunu göstermektedir (8,18). Bu durum da pigmentasyonun korunmasının önemini göstermekte ve koyu deri renginin bir pozitif seçilim etkisi altında geliştiği tezini desteklemektedir.
Diğer yandan, Homo sapiens’in atasal populasyonlarının kuzey enlemlere doğru ilerlemesi onların farklı çevresel değişkenlerle biyolojik anlamda yeniden sınanmasına yol açmıştır (Resim 1). Olasılıkla son 100-60 binyıl aralığında gerçekleşen bu kolonizasyon sürecinde koyu renk derinin oluşmasına neden olan ekolojik şartların da değişmeye başlamıştır (19). Çünkü Ekvator bölgesinden kuzey enlemlere doğru gidildiğinde ultraviyole ışınlarının etkisi farklı dalgaboyları açısından değişikliğe uğramaktadır. Özellikle daha uzun dalgaboyuna sahip UVA dünyanın yörüngesi ve orbital değişimlerinden fazla etkilenmezken, daha yüksek enerjili olan orta dalgaboyuna sahip UVB’nin atmosferin dış katmanlarında daha fazla tutulur ve orbital değişimler nedeniyle etkisinin giderek azalır.
UVB diğer dalgaboylarından farklı olarak Vitamin D üretimini sağlayan gerekli ve önemli bir ultraviyole türüdür. Genel anlamda insan deri renginde on bin yıllar içinde ortaya çıkan diğer önemli değişikliğin de UVB etkinliğinin azalması ile ilişkili olduğu kabul edilmektedir (8). Vitamin D, hormon benzeri bir yapıda olup yaşamsal öneme sahip bir bileşiktir. Kalsiyum-fosfat dengesinin sürdürülebilmesindeki rolü ile bu vitamin, hem büyüme ve gelişme çağında iskelet sisteminin düzgün bir şekilde oluşumunda hem de genç erişkinlik ve erişkinlik zamanlarında ostomalazik sendromların engellenebilmesinde önemlidir. Son 30 yıllık çalışmalar bu vitaminin etkilerinin sadece kalsiyum fosfat dengesiyle ilişkili olmadığını, aynı zamanda bağışıklık sisteminin kurulmasında ve etkililiğinde de önemli roller üstlendiğini göstermiştir (20,21). Ayrıca, özelikle D vitamininin eksikliği olan bireylerde rahim kanalının daralmasının (pelvic outlet) olumsuz etkileri (zor doğum gibi) üreme başarısını ve hayatta kalmayı doğrudan etkiler görünmektedir (8).
Yakın zamanlı yapılan çalışmalar insan populasyonlarındaki deri rengi çeşitliliği hakkında önemli niceliksel sonuçları gündeme getirmiştir. Araştırmacılar deri rengi ile ultraviyole ışınları arasındaki ilişkiyi belirlemek için yaptıkları önemli çalışmada, yeryüzüne ulaşan güneş ışınları ile ilgili verileri NASA uydusundan alıp bu değerler ile dünya üzerinde açık renk derili insanlarda vitamin D üretiminin farklı ölçülerde sağlanabileceği üç bölge tanımladılar (6) (Resim 2). Birinci bölge yaklaşık olarak oğlak ve yengeç dönencelerinin arasına yerleştirilmiştir. Bu bölgede açık renk derili insanlar için D vitamini üretimini sağlayacak UVB yıl boyunca yeterli düzeydedir. İkinci bölge kuzey yarı kürenin yaşanabilen önemli alanlarını kapsamaktadır ve açık derili insanlar için yılın en az bir ayı D vitamini sentezi için yeterli olmayan UVB miktarına karşılık gelmektedir. Farklı araştırmacıların yaptığı çalışmalar da bu yönde sonuçlar ortaya çıkarmıştır. Örneğin 42 derece kuzey enleminde yer alan Boston’da Kasım ve Şubat ayları arasında derinin D vitamini üretmediğini saptamıştır (22). Üçüncü bölgede ise yaklaşık 50 dereceden yüksek enlemleri kapsar ve açık deri rengine sahip insanlar için neredeyse tüm yıl yeterli olmayan UVB seviyelerine sahiptir (6,8). Daha sonra bu üç bölge için tahmini deri reflektansı verileri üretildi. Karşılaştırma sonucunda, üretilen veriler ile yeryüzünün çeşitli bölgelerinde yaşayan insanlardan elde edilen gerçek deri reflektansı verilerinin çok yüksek oranda örtüştüğü belirlenmiştir (6). İncelemeler aynı zamanda, diğer değişkenlerden farklı olarak ultraviyole ışınlarının yeryüzüne ulaşma miktarı ile insan populasyonlarının (yakın zamanlı göç hareketleri dışarıda bırakıldığında) modellenebildiğini de göstermiştir (7).
Özetlemek gerekirse, Homo sapiens’in atasal populasyonlarının Afrika kıtasından uzaklaştıkça farklı ekolojik şartlar ile karşılaştıkları, doğal seçilimin etkisi altında, özellikle daha kuzey enlemlerin kolonizasyonu sırasında D vitamini üretimi ile ilgili bir seçilimsel baskı ile yüz yüze kaldıkları, bunun sonucunda ise kuzey enlemlere yerleşen populasyonlarda açık renk deriye yönelen bir evrimsel dönüşüm ortaya çıktığı söylenebilir.
Deri rengi çeşitliliği ile ilgili genetik çalışmalar
Deri rengi üzerine yapılan çalışmalar memelilerde birçok genin, gen grubunun fenotipi etkilediğini, dolayısıyla deri rengi oluşumunun poligenik olduğunu göstermiştir (23). Örneğin fareler üzerine yapılan çalışmalarda pigmentasyon ile ilişkili 130’a yakın gen belirlenmiş, bu genlerden 70’e yakınının ise insanlarda homoloğu olduğu belirlenmiştir (24). Pigmentasyon ile ilgili genler melanogenezisi etkileyen basamaklardaki biyomoleküllerin oluşumu ve fonksiyonlarını etkiler. Örneğin, TYR tirozinden melanin sentezinin gerçekleşmesini sağlayan tirozinaz enziminin üretimiyle ilişkili, MC1R eumelanin, ASIP ise pheomelanin üretimi ile ilişkilidir (25). Avrupalılar üzerine yapılan bir çalışmada MC1R ile ilişkili 30’dan fazla mutasyonun kahverengi-siyah eumelanin yerine kızıl-yeşil pheomelanin üretimine neden olduğu bilgisine yer verilmiştir (24)
İnsan deri rengindeki populasyonlar arası farklılığın-varyasyonların, genel insan genetik çeşitliliğinden farklı olarak, çok büyük bir kısmının coğrafi gruplar arasında bulunduğu ifade edilmektedir (5). Coğrafi gruplar arasında ortaya çıkan bu çeşitliliğin Homo sapiens’in Avrasya’yı kolonizasyonu sırasında gerçekleşen tek yönlü bir değişimin ürünü olarak geliştiği düşünülebilir. Bununla beraber, yapılan çalışmalar farklı gen bölgelerinde oluşan mutasyonların mevcut olduğuna işaret etmektedir. Örneğin, Norton vd.’nin (2007) araştırmalarında bazı genlerin (ASIP ve OCA2) açık ve koyu renk derinin belirlenmesinde dünya çapında etkisi olduğu; SLC24A5, MATP ve TYR’deki polimorfimzlerin Avrupalılarda açık renk deri renginin belirlenmesinde baskın rolü üstlendiği ancak Asyalılarda bunların etkili olmadığı, Asyalılarda farklı genlerin (ADAM17 ve ATRN) bunlarla karşılaştırılabilir olduğu ifade edilmektedir (25). Buradan hareketle, insan evriminde koyudan açık renge doğru deri rengindeki değişimin, birbirinden bağımsız olarak, birden fazla kez ortaya çıkan bir durum olduğu belirtilmektedir (16). Buna ek olarak Monti Lesni (İtalya) ve El Sidron’dan (İspanya) ele geçen Neandertal genleri üzerine yapılan başka bir çalışmada MC1R geni üzerine bir inceleme yapılmış ve insanlarda saptanmayan bir mutasyonun varlığı saptanmıştır (bu mutasyon da MC1R etkinliğinde bir indirgenmeye yol açıyor) (26). Araştırmacılar buradan hareketle deri rengindeki değişimin açık renk derinin Neandertalerde de bağımsız olarak evrimleştiğini öne sürmüştür (26).
Antropolojik açıdan insanın sınıflandırılması ve çeşitliliği
İnsanın evrimsel gelişimi esnasında doğal koşullar altında deri renginde gerçekleşen değişimler günümüz birikimiyle yakın zamanda daha da netli kazanacak görünmektedir. Bununla beraber, bu çeşitliliğin bilimsel bağlamda çeşitli anlamlar yüklenerek ele alınması da konunun önemli bir diğer yönünü oluşturmaktadır.
Antropoloji, insanın kültürel ve biyolojik çeşitliliğini geçmişten günümüze birçok farklı yönüyle inceler. İncelenen çeşitlilik içinde insan gruplarında büyüme ve gelişme, göz ve saç rengi ve biçimi, kan grupları, çeşitli hastalıklar, ve yine çeşitli hastalıklarla ilişkili veya doğrudan olmak üzere genler sayılabilir (27). Deri rengi geçmişte ve günümüzde bu inceleme alanlarından birini oluşturur. Karakterin insan gruplarında en göze çarpan özelliklerden biri olması, özellikle bu bilim dalının gelişmeye başladığı ilk zamanlarda tipolojik bakış açısının yaygın olmasının etkisiyle, onun sınıflandırma çalışmalarında (ırklar veya alttürler olarak) kullanılmasına yol açmıştır. Bununla beraber, 20. yüzyılın başlarına gelindiğinde insan toplumlarının temel biyolojik sınıflandırma içinde ırklar biçiminde sınıflandırılmasındaki zorluklara dikkat çeken yine antropologlar ve biyologlar olmuştur (27). Ek olarak, Kültür üzerine yürütülen antropolojik çalışmalar da insan kültürel çeşitliğinin ve kültürlerinin biyolojik yaklaşımlarla açıklanamayacağını, ırk ve ırksal açıklama ile kültürel olguların bağdaşmayacak niteliklere sahip olduğunu göstermiştir (28). Irk kavramının bilimsel bir statüde ele alınmasının ve insan toplumlarına uygulanmasının önündeki zorluklara işaret eden bilimcilerin öne sürdükleri düşünceler arasında, başta ırk teriminin tanımı üzerinde bilimciler arasında bir uzlaşının olmaması, ek olarak, insan gruplarının belirli coğrafi bölgelerde benzerlik göstermekle birlikte homojen bir yapıya sahip olmaması, bir takım kültürel özelliklerin de ırk sınıflamalarında kullanılması, ırk adı altında incelenilen insan gruplarında ırkın tespit edilmesinde kullanılan karakterlerin farklılıklar arz etmesi, dolayısıyla farklı sınıflandırmaların birbiriyle açık çelişkiler sergilemesi ve ırkların sayısının dahi farklı bilimciler arasında ihtilaf meselesi olması sayılabilir (2,27,28). Kısa bir örnek vermek gerekirse, temel sınıflandırma içinde insan grupları başlıca Avrupalı, Asyalı ve Afrikalılar olarak doğal ırk grupları halinde sınıflandırıldığında Avustralya Aborjinleri deri rengi bakımından Afrikalılar içinde yer alırken, saç biçimi/yapısı düz ve dalgalı olması nedeniyle bakımından aynı grubun içine girmemektedir (2,29).
Bu tartışmalar ışığında ve diğer tarihsel olayların etkisiyle (örneğin 2.Dünya Savaşı ve ABD’deki öjeni uygulamaları), 1950’lerden itibaren farklı bir bakışın Antropoloji’de benimsenmeye başladığı görülür. Yeni Fiziki Antropoloji yaklaşımıyla, inceleme konusu olan insana evrimsel bir perspektiften bakmaya başlanmış, insan gruplarını belirli görünür ve görünür olmayan özellikleri açısından farklılaştırarak sınıflandırmak yerine insanın adaptasyonuna ve insan çeşitliliği üzerine yoğunlaşılmıştır (27,28). Deri rengi ile ilişkili olarak konuya bakıldığında, artık antropolojide bu görünür özelliğin insan çeşitliliğinin önemli bir parçası olduğu, özelliğin insan gruplarını “ırklar” halinde sınıflandırmada kullanmaktan ziyade, ortaya çıkışı ve farklı populasyonlardaki dağılımının mutasyonlar, doğal seçilim, göçler ve benzeri süreçlerle nedensel bağlamlarda açıklanabildiği ve insan çeşitliliğinin klinel bir bazda ele alınarak konuya yaklaşıldığı söylenebilir (8). Yaşayan insan grupları tek bir türe mensuptur, bunları alttürler veya ırklar halinde gruplama çalışmaları bilimselliği sağlam gerekçelerle sorgulanan ve terk edilmeye yüz tutmuş yaklaşımlardır (29). Deri rengi, gerek coğrafi bölgeler arasında gerekse büyük veya küçük lokal populasyonlar içinde çeşitlilik gösterir. Coğrafi insan gruplarında deri rengi değişmez tek tip halde olan bir özellik değildir, koyudan açık olana doğru bir dizi içinde kesintisiz devam eder (29) (Resim 3). Bu bağlamda, deri rengi ile “belirlenmiş” ırkların ne tarz bir yaklaşımla birbirlerinden ayrıldığı sorusunun yanıtı anlaşılabilir olmaktan uzaktır.
Sonuç
İnsan deri rengi çevresel değişiklere doğal seçilim yoluyla uyarlanmanın sonucunda ortaya çıkmış bir görünür özelliktir. İnsan evriminde taş alet yapımı ve buna eşlik eden beslenme stratejisindeki değişim, kılların yitirilmesi ve vücut biçiminde gerçekleşen değişim, ultraviyole ışınlarının yeryüzünün farklı enlemlerinde farklı etkinlik seviyeleri sergilemesi başlıca etkenler olmak üzere nem miktarı gibi birçok ekolojik koşul günümüz insan deri rengi çeşitliliğini etkilemektedir. Araştırmacılar, bu evrimsel sürecin D vitamini biyosentezi ve Folat’ın fotolizi ile ilişkili bir temelde gerçekleştiğini ifade etmektedir. Yapılan genetik çalışmalar, deri renginin biçimlenişinin birden fazla genin etkisiyle ilişkili olduğunu, insan deri rengi çeşitliliğinin oluşumunu etkileyen genlerin değişik coğrafi populasyonlarda kökensel olarak farklı mutasyonlar sonucunda oluştuğuna işaret etmektedir. Coğrafi insan populasyonlarının “ırklar” halinde sınıflandırılma yaklaşımı yerine populasyon temelli olarak veya belirli karakterler bağlamında insan çeşitliliğinin incelenmesi bilimin insanın geçmişini, bugününü ve geleceğini biyokültürel bağlamında anlamak ve açıklamak için kullandığı çağdaş bakış açısını oluşturmaktadır.
Kaynakça
(1)Aydın, S. Ve Erdal, Y.S. (2007). Antropoloji, Handan Üstündağ Aydın (Ed.), Anadolu Üniversitesi Yayını No:1261, Eskişehir
(2)Özbek, M. İnsan ve Irk. Remzi Kitabevi, İstanbul, 1979
(3)Marks, J. “Bilimsel Irkçılığın Tarihi” Encyclopedia of Race and Racism, Ed. Moore J.H., Thomson&Gale, New York, 2008, Volume 3, s.1-16
(4)Darwin, C., (1977). Seksüel Seçme, Çeviri: Öner Ünalan, Onur Yayınları, Ankara
(5)McEvoy,B., Beleza, S. ve Shriver, M.D. (2006) “The Genetic architecture of normal variation in human pigmentation: an evolutionary perspective and model”, Human Molecular Genetics, Vol.15, Rewiew Issue No.2: R176-181
(6)Jablonski ve Chaplin, G. (2000) “The evolution of human skin coloration”, Journal of Human Evolution, 39 : 57-106
(7)Chaplin, G. (2004). Geographic distribution of environmental factors influencing human skin coloration, American Journal of Physical Anthropology 125:292-302
(8)Jablonski, N.G. (2004) “The evolution of human skin and skin color” Annual Review of Anthropology 33:585-623
(9)Post, P.W., Szabo, G ve Keeling, M.E. (1975) “A quantitatve and morphological study of the pigmentary system of the chimpanzee with the light and electron microscope. American Journal of Physical Anthropology 43: 435-444
(10)Montagna, W. (1972). “The Skin of nonhuman Primates”, American Zoologist, Vol 12 No 1(Feb 1972):109-124
(11)Potts, R. (1998). “Environmental hypothesis of human evolution” Yearbook of physical Anthropology 41:93-136
(12)Jablonski, N.G. (2010) “The naked truth: Why humans have no fur?” Scientific American, January
(13)Rogers, A.R., Iltıs, D. ve Wooding, S. (2004). “Genetic variation at the MC1R locus and the time since loss of human body hair”, Current Anthropology Vol 45, No 1, 105-108.
(14)Cela-Conde, C. ve Ayala, F.J. (2007). Human Evolution,Trails from the past .Oxford University Press, Oxford
(15)Baysal, A. (2002). Genel Beslenme (11. basım). Hatipoğlu Basım ve Yayım San. Tic. Ltd. Şti., Ankara
(16)Jablonski ve Chaplin, G. (2010) “Human skin pigmentation as an adaptation to UV radiation” PNAS, May 11 vol107, suppl.2: 8962-8968
(17)Jablonski, N.G. (2010) “Skin Coloration”, Chapter 12, Human Evolutionary Biology, M.P. Muehlehbein (Ed.), Cambridge University Press,Cambridge,s.192-213
(18)Abdel-Malek, A. ve Kadekaro, A.L..(2006)”Human pigmentation: Its regulation by ultraviolet light and by endocrine, paracrine, and autocrinefactors” in Pigmentary System: Physiology and Pathophysiology, Edited by J.J. Nordlund, R.E. Boissy, V.J. Hearing, R.A. King, W.S. Oetting ve J. Ortonne, Blackwell Publishing, Second Edition, Massachusets. (s.410-420).
(19)Stanford, C., Allen, J.S. ve Anton, S.C. (2012). Biological Anthropology, The natural history of humankind. 3rd Edition, Pearson, Boston.
(20)Adams, J.S. ve M. Hewison. (2008). “Unexpected actions of vitamin D: New perspectives od regulation of innate and adaptive immunity” Nature Clinical Practice Endocrinology & Metabolism February;4(2):80-90
(21)Arnson, Y., H. Amital ve Y. Shoenfeld. (2007). “Vitamin D and autoimmunity: New aetiological and thrapeutic considerations” Annals of Rheumatic Diseases 66: 1137-1142
(22)Webb AR, Kline L and Holick MF (1988). Influence of season and latitude on cutaneous synthesis of vitamin D: exposure to winter sunlight in Boston and Edminton will not promote vitamin D synthesis in human skin. J Clin Endocrinol Metab; 67:373-378
(23)Sturm, R.A., (2009) “Molecular Geetics of Human Pigmentation Diversity; Human Molecular Genetics” Vol 18, Iss. 1:R9-R17
(24)Sulem,P., Gudbjartsson, D.F., Stacey, S.N., Helgason, A., Rafnar, T., Magnusson, K.P. vd, (2007). “Genetic determinants of hair, eye and skin pigmentations in Europeans”, Nature Genetics, Vol 39, Number 12, Dec.
(25)Norton, H.L., Kittles, R.A., Parra, E., McKeigue, P., Xianyun, M. vd. (2007) “Genetic evidence fort he convergent evolution of light skin in Europeans and East Asians” Mol. Biol. Evol. 24 (3):710-722
(26)Lalueza-Fox, C., Römpler, H., Caramelli, D., Staubert, C., Catalano, G., Hughes, D., vd (2007). “A melanocortin 1 receptor allele suggest varying pigmentation among Neanderthals” Science 318: 1453-1455
(27)Mielke, J.H., Konigsberg,L.W. ve Relethford, J.H. (2006). Human Biological Variation. Oxford University Press
(28)Caspari, R. (2010). Deconstructing race: Racial thinking, geographic variation and implications for biological anthropology. A Companion to Biological Anthropology, C.S. Larsen (Ed) Chapter 6, Wiley-Blackwell, Singapore,s.104-123.
(29)Relethfort, J.H. (2010). The Human Species, an Introduction to Biological Anthropology, McGraw Hill, 8. Baskı, New York
*Bu çalışma H.Ü. Biyoloji Topluluğu tarafından düzenlenen 2. Evrimsel Biyoloji Öğrenci Kongresi’nde poster bildiri olarak sunulmuştur. Aynı zamanda Bilim ve Gelecek dergisinin 100. Sayısında yayınlanmıştır.
**Hacettepe Üniversitesi, Antropoloji Bölümü, Araştırma Görevlisi
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder